Ne kadar gerçek o kadar hayal!

3 Haziran 2011 Cuma

The Game

90'ların klasiklerinden.


En az üç kere sinemada, birçok defa da cine 5'de izledim. Seven'dan sonra Fincher'ın bu piyasada kalıcı olacağının ve hep zirveye oynayacağının kanıtı gibiydi.


Michael Douglas formunun zirvesinde, hatta Gekko'dan sonra en önemli karakteri ve oyunculuğu.

Nicholas Van Orton'ın hayatı, babasının intihar ettiği kırk sekiz yaşına girerken kardeşi Conrad Van Orton'ın verdiği "oyun" davetiyesiyle değişir. Sonrası bir kedi fare ilişkisi... Oyun mu? Ya değilse? Aslında, önemli karakter oyuncularından James Rebhorn, soruların cevabını hem Nicholas'a hem de seyirciye en başta veriyor: Bu oyun hayatında ne eksikse onunla ilgili!


Bütün film boyunca izleyiciyi diken üstünde bırakan bir hikayeye sahip The Game. Senaryonun hakkını vermek lazım. Bazı abartı sayılabilecek noktalarına rağmen inandırıcılığı yüksek ve temposunu seyirciye çok iyi aktaran bir çalışma.
Fincher sinemasına uygun olarak son derece karanlık ama çok etkileyici ışık ve görselliğe sahip bir film The Game.


Bence bir filmin iyiliğini veya kötülüğünü akılda kalan sahnelerin niceliğinden anlayabiliriz. The Game bu açıdan en cömert filmlerden: Nicholas'ın evinde oturup her zamanki gibi gece haberlerini takip ederken eski karısının doğum gününü kutlamak için aradığı sahne hem çekim hem de Douglas'ın oyunculuğu bakımından belleklere hemen kazınan cinsten. Aynı şekilde Nicholas'ın, malikanesine girince karşılaştığı ışık, grafiti ve müzik şoku unutulmazlar arasında, Babasının düştüğü yerde bulduğu palyaço ile yaşadıkları hem Nicholas hem de seyirci için aynı derecede vurucu... Eminim herkesin aklında kalan daha bir çok sahne vardır.  

Soru şu: Kim böyle bir oyun oynamak istemez? 


Hiç yorum yok: