Ne kadar gerçek o kadar hayal!

2 Ocak 2014 Perşembe

İşte 2013'de Okunanlar


  1. George R R Martin – Kılıçların Fırtınası 1. Kısım
  2. George R R Martin – Kılıçların Fırtınası 2. Kısım
  3. Scott Stratten – Sosyal Medyada Yapılan Müthiş İşler, Vasat İşler
  4. Douglas Adams – Kutsal Dedektiflik Bürosu
  5. George R. R. Martin – Kargaların Ziyafeti 1. Kısım
  6. George R. R. Martin – Kargaların Ziyafeti 2. Kısım
  7. Ann Handley, C. C. Chapman – Dijital Çağda İçerik Yönetiminin Kuralları
  8. Etgar Keret – Kapı Birden Vuruldu
  9. Douglas Adams – Ruhun Uzun Karanlık Çay Saati
  10. Stephen King - 22/11/63
  11. Alper Canıgüz - Cehennem Çiçeği
  12. George R R Martin - Ejderhalarla Dans 1. Kısım
  13. George R R Martin - Ejderhalarla Dans 2. Kısım
  14. John Katzenbach - Professör
  15. Murat Menteş - Ruhi Mücerret
  16. Jean Christophe Grange - Kaiken
  17. Neil Gaiman, Terry Pratchett - Kıyamet Gösterisi
  18. Ken Bruen - Baudelaire Paranoyası
  19.  Lee Child - Öldüren Kumpas
  20.  Ken Bruen - Papaz

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Side Effects

Ne uzar, ne kısalır! Tam Soderbergh'in son dönemine uygun...


Kedi-fare, kurban, intikam denklemleri içinde bir film Side Effects. Psikiyatri ve farmakoloji dünyası içinde izleyeni önce biraz sağa götürecek sonra biraz sola ama nihai nokta her zaman para! Rooney Mara'nın canlandırdığı kızımız depresyondadır hatta intihara meyillidir. Kocasının hapisten çıkmasıyla Jude Law'un canlandırdığı psikiyatrdan yardım almaya başlar ve olaylar gelişir. 



Son derece tahmin edilebilir hikaye Soderbergh'in anlatımıyla belli bir standardı yakalamış ve iyi bir seyirlik olmuş. Hikayenin ilk act'ının biraz yavaş olduğu aşikar bence bu nedenden, süspensi biraz daha arttırmak adına Soderbergh filmi, hikayenin kilit noktasından bir sahne ile başlatmayı tercih etmiş. Yeterli mi? Nispeten...


Filmin akılda kalıcı olmasını sağlayan başlıca neden Rooney Mara'nın oyunculuğu ve güzelliği. The Girl with the Dragon Tattoo'dan sonra bir kez daha sınırda dolaşan bir karakter tiplemesinin hakkını vermiş. Diğer bütün karakterler ise ne yazık ki yüzeysel ve hatta yapmacık. Hele Zeta-Jones'un canlandırdığı Dr. Siebert karakteri tam içler acısı. Buradaki durum bana The Dark Knight Rises'daki Marillon Cotillard'ı hatırlattı. Sanki bütün çekimlerde uyarılmış aman düşük oyna! Aman belli etme! vb... İyi bir film ile ortalama bir film arasındaki fark da bu eksikler zaten. 

Son dönemdeki bütün filmlerinde olduğu gibi Soderbergh görüntü yönetmenliğini de kendi üstlenmiş. Yine bol bol sıcak renklerin kullanıldığı güzel kareler mevcut.

Sonuç olarak Side Effcets akmaz-kokmaz ama geride de çok bir kalıntı bırakmayacak bir film olmuş. Denenebilir, kesinlikle sıkmaz ama o kadar. 

15 Ocak 2013 Salı

Take Shelter

Eksikleri tamamlamaya devam ediyorum. Geçen sene pek çok festivalde gösterilmiş ve hatırı sayılır ödüller kazanmış bir film Take Shelter. Hikaye şu: Çalışkan ama dar gelirli sayılacak çekirdek ailemiz var. Çalışkan baba, özverili anne ve duyma problemi olan çocuk... Bir gece aniden baba anormaller rüyalar ve hayaller görmeye başlıyor bir fırtınaya dair. Şizofreni mi acaba? Gerisi ailenin yaşadıkları...


Basit ama iyi işlenmiş bir senaryo var. Kimi zaman geren sahneler, kimi zaman duygusallık... Michael Shannon fark yaratan bir performans ortaya koymuş. Dün en iyi kadın oyuncu ödülünü Zero Dark Thirty ile kazanan Jessica Chastain ile iyi bir ikili olmuşlar. 


Bu tip filmleri sevmemin nedeni sinemanın o kadar da karmaşık bir şey olmadığını göstermesi. Ne anlatacağını ve nasıl anlatacağını iyi düşünür ve tasarlar isen çok kompleks hikayelere gerek olmadığının kanıtı gibi. Karakterler arasındaki dinamikler güzel ayarlanmış. Finale yaklaştıkça ne olacağını hep ailenin üzerinden düşünüyoruz. Bu da gerçekten çok iyi bir yönlendirme olmuş.

Yönetmen Jeff Nichols takibi hakkediyor. 


3 Ocak 2013 Perşembe

2012'de Okunanlar

Post-askerlik sendromu, tatildi, işti derken bir sene daha geride kaldı. Nicelik olarak okunan kitap sayısında düşüş olsa da belli bir nitelik standardını korumayı başardığımı düşünüyorum. Kısaca bakalım:




Paul Auster-Yanılsamalar Kitabı: Aralık sonunda Erzurum Aziziye İlçe Jandarma Karakolunda başlamıştım. Unutmak kolay değil yani... Klasik Auster: Ekzantirik karakterler, rastlantılar...








Jeff Abbott-Panik: Karakolun ultra gelişmiş kütüphanesinde bulduğum bir kitaptı. Orta üstü klasik bestseller, vaktim yok öldürmekten diyenlere önerilir.






Christopher Vogler-Yazarın Yolculuğu: Robert Mckee'nin Story'si ile birlikte Hollywood sitili senaryo yazımının kutsal kitaplarından. Yazı işine yeni başlayanlar için ideal olabilir.







Chuck Palahniuk-Ölüm Pornosu: Güzel vatanımda mahkemelik olan bir kitap daha. Palahniuk kutsallara sallamaya devam ediyor. Eski kalitesinde olmasa da deha kırıntıları gösteren bir hikaye. 




Joey Goebel-Anormaller: Bu sene tanıştığım yazarlardan ilki. Farklı Amerikan Rüyası hikayeleri, saçmaya yakın karakterler, manasız bir hikaye... Her sene en az bir Goebel okumayı hedefliyorum. Tavsiye edilir.





Don Dellilo-Cosmopolis: Sinemada gitmeden önce bir daha okumanın iyi olacağını düşünerek geçen sene olduğu gibi yine listeye girdi Cosmopolis. Don Dellilo'nun romanı 2000'li yılları anlatan en iyi kitap, tartışmasız.





Doğu Yücel-Varolmayanlar: Genç Türk yazarlara desteğe devam. Güzel ayrıntılar barındıran fena sayılmayacak bir fantezi. 






Frederic Beigbeder-Romantik Egoist: Seks, alkol, para ve hüsran hikayelerine devam ediyor eski reklamcı yeni "edebiyatçımsı" Beigbeder ağabeyimiz. Sıkmaz, okunur. Fazla da anlam yüklemeye gerek yok.




Etgar Keret-Buzdolabının Üstündeki Kız ve Nimrod Çıldırışları: Saçma hikayelerin, anlamsızlığın geldiği son noktadaki yazarı Etgar Keret kaldığı yerden devam ediyor. Şunu sorun kendinize: İki sayfalık bir hikaye ne kadar saçma olabilir? Sonra herhangi bir Etgar Keret kitabı alın, okuyun. Cevabı göreceksiniz...





Jonathan Caroll-Kahkahalar Ülkesi: Fantazya hikaye geleneğinde önemli bir yeri olan bu romanla da tanışmak bu seneye kısmetmiş. Zamanına göre yaratıcı olduğu kesin. Bugün içinse sadece nostalji yapmak için okunur.



Philip K. Dick-Simülakra:  Bilim-Kurgu bu adam olmasaydı ne olacaktı diye düşünmemenin imkanı yok. Yine zamanının çok ötesinden dahilik,delilik, saçmalık üçgeninden bir roman. Büyük şirketler, büyük komplolar, zaman makinesi, mutasyona uğramış insanlar... 






Z. A. Recht-Cehenneme Sığmayanlar: Zombi hikayelerini iyi kötü ayırt etmeden okurum. Bu da onlardan biri. World War Z'ye göre zayıf.




Jean Christophe Grange-Sisle Gelen Yolcu: Yaz geldi mi Grange okunur! Bu bir ritüel oldu artık. Şeytan Yemini'nden beri daha sıradan işler yapan Grange bu sefer daha detaylı ve güçlü bir roman yazabilmiş. Tempolu ve okuması kolay heyecanlı bir hikaye.





China Mieville-Şehir ve Şehir: Okuduklarım içinde bu senenin en iyisi. Filme çekilmesi imkansız denen romanlara bir örnek daha. İç içe iki şehir ve bir cinayet. Farkındalık ve algı yönetimine dair en güçlü metinlerden biri olmuş bence.





J. G. Ballard-Gökdelen: Yine bir modernizm eleştirisi, kast sistemi, sınıf farklılığı sonrasında kan gövdeyi götürür. Ballard'ın pesimistliği bulaşıcıdır. Dikkat etmek lazım.





George R. R. Martin- Taht Oyunları ve Kralların Savaşı: Artık seri kitaplardan uzak duracağım dediysem de olmadı. Yavaş yavaş işledi kanıma Serhan Giray sağolsun, sonuç ufak bir bağımlılık daha. Nasıl biteceğine dair yazarın dahi bir fikri olmadığı söylentisi ortalıkta gezinse de okumaya değer. Kalınlıklarına aldanmayın hap gibi gidiyor.




2 Ocak 2013 Çarşamba

Life of Pi

Filmi çekilemeycek romanların başında yer alan Life of Pi, Ang Lee tarafından uyarlandı. Bir cankurtaran sandalı ve kurtulan iki kazazede: Bir genç, bir de Bengal kaplanı nam-ı diğer Richard Parker...




Yapımın saygıyı hakkettiği kesin fakat beni tatmin etmediğini belirtmem lazım.Pek çok ayrı filmden ve hikayeden oluşan kolaj gibi bir yapısı vardı. Filmin açılışı Hindistan'da geçen bir Jean Pierre Jeunet eksantirikliğine sahip: Biraz Amelie biraz A Very Long Engagement hatta Micmacs. Devamında biraz Sucker Punch biraz da The Fall...


Filmin en temel eksiği açılışta ortaya koyduğu önermenin finalde kanıtlanmaması. Hatta önermenin yersiz, anlamsız kalması. İlk yarıda ısrarla üzerinde durulan, her dine mavi boncuk dağıtan inanç ekseni filmin ikinci yarısından itibaren önemini yitiriyor ve bence finaldeki dramı da azaltıyor ve törpülüyor. Romanda durumun nasıl olduğunu merak ediyorum.



Teknik olarak film kusursuzluğa yakın. Muhteşem görüntüler ve ses düşünmeye pek fırsat tanımadan insanı içine alıyor. Rengarenk bir rüya gibi...




Şu bir gerçek: The Fall ile pek çok nokta da birbirlerine benziyorlar fakat Life of Pi'nin sahip olduğu hikaye sonu itibariyle daha vurucu olmaya muktedir. Buna rağmen, ne yazık ki The Fall kadar etkileyici olamadı bence. Belki de bu benim kuşkucu ve zayıf inançlı karakterim yüzündendir. Bilemedim... Tree of Life'da da benzer bir durum olmuştu.

Sonuç itibariyle izlenmesi gereken bir film Life of Pi...

28 Aralık 2012 Cuma

Jack Reacher

Bazen klişeler güzeldir. Bazen fazla düşünmeden film izlemek gerekir. Sinema bu ara hep karanlığın hatta daha karanlığın peşinde. Tom Cruise, bu ortamda Knight and Day ve Mission Impossible: Ghost Protocol gibi daha basit kalan ama sağlam aksiyon filmleri yaptı. Jack Reacher' de bunun devamı gibi düşünülebilir.


Elimizde Lee Child'ın roman serisinden tanıdığımız bir karakter var: Jack Reacher. Filmde başka bir nüans olduğunu söylemek de çok zor. İşte bazen tek bir karakter bütün bir hikayeyi, bütün bir filmi sürükleyebilir hatta geri kalan zayıflıkları görmezden gelmemize neden olabilir. 


Daha çok senarist yönüyle tanıdığımız Christopher McQuarrie yönetmen koltuğunda. Tom Cruise'un yanında Rosamund Pike, Richard Jenkins ve Werner Herzog var. Bir keskin nişancı, şehrin ortasında beş kişi öldürür ve gerisi komplo komplo üstüne. Jack Reacher fazla hikaye derinliği barındırmasa da özellikli karakterinin hikaye dinamiği içindeki duruşu, kararları ve hareketleri ile fark edilir bir filme dönüşüyor. Açılış sekansları film ile seyirci arasındaki bağlantıyı kurma açısından çok önemlidir. Jack Reacher'ın açılışı filmin bütün vaatlerini izleyiciye geçirme açısından gerçekten çok başarılı: Karakter pek çok yönüyle, yapacakları ve yapamayacakları ile anlaşılıp seyircinin gözünde üç boyutlu bir hale geliyor. Aynı şekilde filmin finaline doğru giderken Reacher ile kötü adam arasında gerçekleşen telefon konuşmaları silsilesi de akılda kalacak sahnelerden.

Sonuç olarak Hollywood standartlarında çekilmiş Tom Cruise- Jack Reacher uyumuyla güçlenen, fazla bir beklenti içine girilmeden izlenmesi gereken eğlenceli bir film var karşımızda. Devamının geleceğinden şüphem yok...



2 Aralık 2012 Pazar

Argo

1979 İran, Amerikan konsolosluğu işgal ediliyor. Altı kişi kaçmayı başararak Kanada konsolosunun evine sığınıp saklanmaya başlıyor. Tahran'a bir kurtarma operasyonu şart! Ama nasıl?


Argo'da Ben Affleck hem yönetmen hem de başrolde aynı The Town'da olduğu gibi. Üç yönetmenlik ve sayısız oyunculuktan sonra şu bir gerçek bence: Ben Affleck'in yönetmenliği oyunculuğunun çok önünde...



Argo, güçlü temposu ile hafiften kara mizahı harmanlamış bir yapım. İki saatlik süresi boyunca seyircinin ilgisini üst düzeyde tutmayı başarıyor. Hikaye üç ana düzlemde ilerliyor: İlk düzlem Hollywood'da sahte filmin hazırlıkları, burada Alan Arkin ve John Goodman var. Diğer düzlem Tahran'da yaşananlar, burada In Search of a Midnight Kiss ve Monsters gibi bağımsız yapımlardan tanıdığımız Scoot McNairy ön plana çıkıyor. Son olarak CIA'in kendi içinde yaşadığı sıkıntılar, burada da tecrübeli ve artık kültler arasına giren Bryan Cranston var. Filmin o kadar büyük ve kompleks bir hikayesi yok fakat bu üç düzlem arasındaki dinamikler o kadar iyi kullanılmış ki film sizin başka bir şey düşünmenize izin vermiyor ve sonuç olarak da beğenseniz de beğenmeseniz de sıkılmayacağınız bir film ortaya çıkıyor. 


Biraz yönetmenlik ve teknik detaylara girmek lazım. Film çok iyi bir açılış sekansı ile başlıyor: Storyboard şeklinde hazırlanmış tarihsel bilginin hemen ardından konsolosluğun işgali geliyor ki Filmin sonunda da görebileceğiniz gibi bu sahneler mümkün olduğunca gerçek fotoğraf ve görüntülerden yola çıkılarak hazırlanmış. İncelikli bir çalışma olduğunu kabul edip hakkını vermek lazım. İkinci act'ın ortalarında yani film arasından hemen önceye denk gelen "okuma" sekansı da özel bir ilgiyi hakkediyor: Bir tarafta konsolosluğu kontrol edenlerin yaptığı basın açıklaması diğer tarafta sahte filmin basın önünde okunan senaryosu... Etkileyici.

Filmin görüntü yönetmeni ile sanat yönetmenini de atlamamak lazım. Dönemi gerçekten hissettiriyorlar. 

Gone Baby Gone, The Town ve Argo'dan sonra Ben Affleck'in çok daha büyük bütçelere hazır olduğu bir gerçek. Yeni projeleri için The Justice League ve King'in efsanevi The Stand'inin geçmesi bunun kanıtı zaten.


Son olarak, Orta Doğu'nun yine yeni yeniden bir kriz içinde olduğu şu günlerde bu filmin arkasında siyasi bir neden, bir tür propaganda arayacaklar mutlaka olacaktır ki bunun olma ihtimali de yadsınamaz. Filmin içinde ufaktan Amerikan politikalarının eleştirileri mevcut ama bireysel anlamda da Amerikalılığı bir yüceltme durumu  da var fakat bunun rahatsız edici oranda olduğunu düşünmüyorum. Ne olursa olsun Argo izlenmeyi hakkeden bir yapım.