Ne kadar gerçek o kadar hayal!

29 Nisan 2011 Cuma

Sosyal Medya Sorumlusu Aranıyor

Çağın akışı, gidişatı içinde sosyal medyanın patlaması kaçınılmazdı. Mesele bu patlamanın kime nasip olacağıydı.


The Social Network, Facebook’un kuruluş hikayesini  Mark Zuckerberg’un davaları ekseninden anlatıyor. Jesse Eisenberg ve Andrew Garfield’lı genç kadrosunu Justin Timberlake gibi bir yıldızla süslemiş bir proje.


Senaryonun Aaron Sorkin gibi dönemin en önemli senaristlerinden birinin yazmasıyla zaten daha en baştan beklentinin yüksek olduğu bir filmdi The Social Network. Açıkçası yönetmen koltuğuna David Fincher’ın oturmasıyla bazı soru işaretlerinin doğduğunu belirtmeliyim.


Yakın zamanda mutlaka David Fincher’la ilgili detaylı bir yazı yazacağım. Pek çok sorun yaşamış bir yönetmen olmasının yanı sıra hareketin az olacağı ve diyalog temelli böyle bir projenin O’na verilmesi en hafif ifadeyle riskliydi.

Risklerin karşılığıysa kesinlikle alındı. Kazanılan üç Oscar ve Amerika’da yüz milyon dolara yakın bir hasılat...
Etkili oyunculuklar, muhteşem ışık ve renkler, tempolu ve sıkmayan bir film...

Film her ne kadar diyalog temelli olsa da Jesse Eisenberg’ün konuşma şekli, mimikleri; avukatlar ve davacılarla girdiği diyaloglar bir çatışma sahnesinden farksız. Çok iyi yazılmış diyaloglar etkileyici oyunculukla birleşince bombaya, mermiye, tekmeye veya koşuşturmaya gerek kalmıyor. Bu noktada yine Aaron Sorkin’in senaryosunu yazdığı “A Few Good Men” i de hatırlamakta fayda var. Tom Cruise ve Jack Nicholson ile savaş alanına dönüşen bir mahkeme. The Social Network’te de benzer bir dinamik kullanıldığı ortada.

Bu filmle kanıtlanan birçok gerçek var:
  • David Fincher kesinlikle piyasanın en iyi yönetmenlerinden. Egosal durumları geride bıraktığı ve büyüdüğü bir gerçek. Son iki filmiyle elde ettiği Oscar adaylıkları bunun kanıtı.
  • Jesse Eisenberg-Michael Cera karşılaştırması artık sonuçlandı. Oscar adaylığı bunun kanıtı.
  • The Social Network’de dahil olmak üzere hep yan rollerde seyircinin aklına kazınan Andrew Garfield, tek başına büyük bütçeli bir filmi sırtlayabilecek düzeyde. Örümceğin emin ellerde olduğunu söyleyebilirim.
  • Justin Timberlake artık sadece müzisyen değil.


Son olarak filmin müziklerine de değinmek lazım ama bunun için aşağıdaki sahneyi izlemek yeterli. Anlatılmaz yaşanır cinsten görsellikle müziğin uyumu.



26 Nisan 2011 Salı

Doğru İsim: Kimliksiz

Birçok yabancı film, ülkemizde muhteşem yaratıcılıkta isimlerle vizyona girdi. Hemen bu haftalardan örneklere bakalım: Rabbit Hole-Mutluluğun Peşinde, Source Code-Yaşam Şifresi...Tüketiciyi bilgilendirmek birinci görev. Daha isimden ne beklememiz gerektiğini  anlayalım istiyorlar heralde. Bu hafta vizyona giren Unknown da bu furyadan nasibini almış: Kimliksiz.


İyi oyunculardan kurulu olan kadrosuyla ( Liam Neeson, Diane Kruger, January Jones, Aidan Quinn, Frank Langella) ilgi çeken bir yapımdı Unknown. Genel beklenti şuydu: Jason Bourne ile Taken’ın buluşması. Liam Neeson Paris’i dövdükten sonra biraz da Berlin’i dövecek...

Sonuçsa hayal kırıklığının sadece biraz üzerinde ki onun da ana sebebi oyuncu kadrosunun hatırı.

Gerçekten elimizde “kimliksiz” bir film var. Yönünü kaybetmiş, genelde raslantılarla ilerleyip, çözülen bir hikaye. Yakalanmış çok iyi noktalar,etkili elemanlar olmasına rağmen kesinlikle onların üzerine gidilmemiş hatta aksine en olmamış, olmaması gereken noktalara yoğunlaşılmış.

Ağabeyimiz karısıyla Berlin’e gelir ve kaza geçirir. Dört gün süren komanın sonunda uyanır ama artık hem karısını hemde kimliğini kaybetmiştir. Buraya kadar her şey güzel fakat hikayenin çözümü sırasında bütün kritik hamleler Diane Kruger’ın karakterinden geliyor: Adam öldürüyor, arabayla takip yapıyor ve hep Liam Neeson’ın canlandırdığı Martin Harris’i  kurtarıyor. Çok yersiz, anlamsız ve inandırıcılıktan tamamen uzak.


İşin enteresan tarafı filmi çok daha iyi noktalara getirecek, hikayeyi bütünleyecek ve inandırıcılığı arttıracak karakterler de hikayede mevcut. Eski Stasi ajanı ve Frank Langella’nın karakteri hangi akla, mantığa dayanarak bilinmez ama çok silik kalmış. Bütün filmi bambaşka boyuta taşıma kapasitesi olan bu iki karakterin üzerinde durulmaması gerçekten çok yazık.


Kısaca olmamış bir film diyebiliriz Unknown için. Her ne kadar gişede fena olmayan bir hasılat yapsa da, benim gibi Liam Neeson fanatiği değilseniz gitmeniz için hiçbir neden yok çünkü daha iyileri var: İzlemediyseniz Jason Bourne serisini veya Taken’ı izleyin.  



25 Nisan 2011 Pazartesi

Okumalık 1

Her ne kadar roman çağında yaşıyor olsak da kısa hikayenin tadı bence hala farklı.
Bu yüzden, haftaya etkili bir kısa hikayeyle başlamak güzel olur.
Karel Capek’in eserleri pek çevrilmemiş dilimize ama bu çok önemli bir yazar olduğu gerçeğini kesinlikle etkilemiyor. Sanırım Ex-Libris’ten, bu hikayenin de içinde olduğu bir kitap geçen aylarda çıktı. Hikaye hoşunuza giderse deneyebilirsiniz.

The Last Judgment
by Karel Čapek

The notorious multiple-killer Kugler, pursued by several warrants and a whole army of policemen and detectives, swore that he’d never be taken. He wasn’t either – at least not alive. The last of his nine murderous deeds was shooting a policeman who tried to arrest him. The policeman indeed died, but not before putting a total of seven bullets into Kugler. Of these seven, three were fatal. Kugler’s death came so quickly that he felt no pain. And so it seemed Kugler had escaped earthly justice.

When his soul left his body, it should have been surprised at the sight of the next world – a world beyond space, grey, and infinitely desolate – but it wasn’t. A man who has been jailed on two continents looks upon the next life merely as new surroundings. Kugler expected to struggle through, equipped only with a bit of courage, as he had in the last world.

At length the inevitable Last Judgment got around to Kugler. The judges were old and worthy councilors with austere, bored faces. Kugler complied with the usual tedious formalities: Ferdinand Kugler, unemployed, born on such and such a date, died… at this point it was shown Kugler didn’t know the date of his own death. Immediately he realized this was a damaging omission in the eyes of the judges; his spirit of helpfulness faded.

“Do you plead guilty or not guilty?” asked the presiding judge.

“Not guilty,” said Kugler obdurately.

“Bring in the first witness,” the judge sighed.

Opposite Kugler appeared an extraordinary gentleman, stately, bearded, and clothed in a blue robe strewn with golden stars.

At his entrance, the judges arose. Even Kugler stood up, reluctant but fascinated. Only when the old gentleman took a seat did the judges again sit down.

“Witness,” began the presiding judge, “omniscient God, this court has summoned you in order to hear your testimony in the case against Kugler, Ferdinand. As you are the supreme truth, you need not take the oath. In the interest of the proceedings, however, we ask you to keep to the subject at hand rather than branch out into particulars – unless they have a bearing on this case.”

“And you, Kugler, don’t interrupt the witness. He knows everything, so there’s no use denying anything.”

“And now, witness, if you would please begin.”

God, the witness, coughed lightly and began:

“Yes. Kugler, Ferdinand. Ferdinand Kugler, son of a factory worker, was a bad, unmanageable child from his earliest days. He loved his mother dearly, but was unable to show it, this made him unruly and defiant. Young man, you irked everyone! Do you remember how you bit your father on the thumb when he tried to spank you? You had stolen a rose from the notary’s garden.”

“The rose was for Irma, the tax collector’s daughter,” Kugler said.

“I know,” said God. “Irma was seven years old at that time. Did you ever hear what happened to her?”

“No, I didn’t.”

“She married Oscar, the son of the factory owner. But she contracted a venereal disease from him and died of a miscarriage. You remember Rudy Zaruba?”

“What happened to him?”

“Why, he joined the navy and died accidentally in Bombay. You two were the worst boys in the whole town. Kugler, Ferdinand, was a thief before his tenth year and an inveterate liar. He kept bad company, too: old Gribble, for instance, a drunkard and an idler, living on handouts. Nevertheless, Kugler shared many of his own meals with Gribble.”

The presiding judge motioned with his hand, as if much of this was perhaps unnecessary, but Kugler himself asked hesitantly, “And… what happened to his daughter?” “What’s she doing right now?”

“This very minute she’s buying thread at Wolfe’s. Do you remember that shop? Once, when you were six years old, you bought a colored glass marble there. On that very same day you lost it and never, never found it. Do you remember how you cried with rage?”

“Whatever happened to it?” Kugler asked eagerly.

“Well, it rolled into the drain and under the gutterspout. Right now it’s still there, after thirty years. Right now it’s raining on earth and your marble is shivering in the gush of cold water.”

Kugler bent his head, overcome by this revelation. But the presiding judge fitted his spectacles back on his nose, and said mildly, “Witness, we are obliged to get on with the case. Has the accused committed murder?”

“He murdered nine people. The first one he killed in a brawl, and it was during his prison term for his crime that he became completely corrupted. The second victim was his unfaithful sweetheart. For that he was sentenced to death, but he escaped. The third was an old man whom he robbed. The fourth was a night watchman.”

“Then he died?” Kugler asked.

“He died after three days in terrible pain,” God said. “And he left six children behind him. The fifth and sixth victims were an old married couple. He killed them with an axe and found only sixteen dollars, although they had twenty thousand hidden away.”

Kugler jumped up. “Where?”

“In the straw mattress,” God said. “In a linen sack inside the mattress. That’s where they hid all the money they acquired from greed and penny-pinching. The seventh man he killed in America, a countryman of his, a bewildered, friendless immigrant.”

“So it was in the mattress,” whispered Kugler in amazement.

“Yes,” continued God. “The eighth man was merely a passerby who happened to be in Kugler’s way when Kugler was trying to outrun the police. At that time Kugler had periostitis and was delirious from the pain. Young man, you were suffering terribly. The ninth and last was the policeman who killed Kugler exactly when Kugler shot him.”

“And why did the accused commit murder?” asked the presiding judge.

“For the same reasons others have,” answered God. “Out of anger or desire for money, both deliberately and accidentally-some with pleasure, others from necessity. However, he was generous and often helpful. He was kind to women, gentle with animals, and kept his word. Am I to mention his good deeds?”

“For the same reasons others have,” answered God. “Out of anger or desire for money, both deliberately and accidentally – some with pleasure, others from necessity. However, he was generous and often helpful. He was kind to women, gentle with animals, and kept his word. Am I to mention his good deeds?”

“Thank you,” said the presiding judge, “but it isn’t necessary. Does the accused have anything to say in his own defense?”

“No,” Kugler replied with honest indifference.

“The judges of this court will now take this matter under advisement,” declared the presiding judge, and the three of them withdrew.

Only God and Kugler remained in the courtroom.

“Who are they?” asked Kugler, indicating with his head the men who just left.

“People like you,” answered God. “They were judges on earth, so they’re judges here as well.”

Kugler nibbled his fingertips. “I expected… I mean, I never really thought about it. But I figured you would judge since…”

“Since I’m God,” finished the stately gentleman. “But that’s just it, don’t you see? Because I know everything, I can’t possibly judge. That wouldn’t do at all. By the way, do you know who turned you in this time?”

“No, I don’t,” said Kugler, surprised.

“Lucky, the waitress. She did it out of jealousy.”

“Excuse me,” Kugler ventured, “but you forgot about that good-for-nothing Teddy I shot in Chicago.”

“Not at all,” God said. “He recovered and is alive this very minute. I know he’s an informer, but otherwise he’s a very good man and terribly fond of children. You shouldn’t think of any person as being completely worthless.”

“But I still don’t understand why you aren’t the judge,” Kugler said thoughtfully.
“But why are they judging… the same people who were judges on earth?”

“Because man belongs to man. As you see, I’m only the witness. But the verdict is determined by man, even in heaven. Believe me, Kugler, this is the way it should be. Man isn’t worthy of divine judgment. He deserves to be judged only by other men.”

At that moment, the three returned from their deliberation. In heavy tones the presiding judge announced, “For repeated crimes of first – degree murder, manslaughter, robbery, disrespect for the law, illegally carrying weapons, and for the theft of a rose; Kugler, Ferdinand, is sentenced to lifelong punishment in hell.

“Next case please: Torrance, Frank.”

“Is the accused present in court?”

18 Nisan 2011 Pazartesi

Korkunun Anatomisi

Genel, standart izleyici için sıkıcı olma potansiyeline rağmen sinemaseverler için ilgi çekici özelliklere sahip bir film Uruguay yapımı La Casa Muda (Sessiz Ev). “Gerçek zamanlı korku” gibi etkileyici bir vaadi, fikri var .


Filmi özetlemek çok kolay: Tek plan çekimle, bütün filmi kızımızın POV’sinden yaşıyoruz, deneyimliyoruz. Evin karanlık koridorlarında yürürken duvarlardaki gölgelerden, her odanın kapısında içeriden acaba ne çıkacak diye geriliyoruz. Bütün bu gerilme seansları sonucunda sadece iki veya üç yerde sıçratma potansiyeli olan anlar  yaşıyoruz. Yarım saat sonunda bu gerilip, gerilip patlamama durumu, izleyiciyi düşünmeye itiyor.

Gayet yüzeysel bir şekilde korku filmlerinin anatomisinden bahsetmekte fayda var. Bazı istisnalara rağmen ( Martyrs, Sauna vb...) korku filmleri içerik, konu ve fikir açısından zayıf olur. İşin püf noktası, bu eksiklikleri izleyiciye fark ettirmemekte. Bunun da sırrı izleyiciyi gerçekten korkutmak, düşünmelerini engellemektir. Korku anlarını, ortalama her üç beş dakikalık süreçlerde, belli dozajlar halinde enjekte ederek beyni paralize etmek lazım.

Bu enjeksiyon aralıkları çok uzun olduğu için La Casa Muda’da hikaye ve dramatik yapı önem kazanıyor. Burada yönetmenin hakkını teslim etmek lazım, büyük ihtimal o da bu korku dozajı eksikliğini farkettiği için hikayeyi elinden geldiği kadar makyajlamış. Bütün filmi hayalet hikayesi dinamikleri, klişeleri içinde izliyoruz: Gezinen nur doğmuş küçük kız, köşelere bırakılan oyuncaklar, puset... Bütün bunlar, aslında seyirciyi sondaki “twist” için hazırlıyor.

Sonsa “reality is just a matter of perception” fikrinin başka bir örneği. Buradan hareketle filmi Alexandre Aja’nın Haute Tension’u ile karşılaştırmak da mümkün.


Bu eleştiriler sonunda filmin önemsiz olduğu kesinlikle düşünülmemeli. Ortalamanın çok üstünde, değerini de gösterildiği festivallerde kanıtlamış bir ilk film La Casa Muda. Yönetmenini çok yakın zamanda daha güçlü bir projeyle göreceğimiz kesin. Bütün filmin, Canon EOS 5d ile çekildiğini yani bir fotoğraf makinasıyla çekildiğini belirtmekte fayda var. 

14 Nisan 2011 Perşembe

Kaybedenler Kulübü Vs Tutunamayanlar Kulübü

Kaybedenler kulübünün üyleri 1970’lerde doğmuşlardır, tutunamayanlar kulübünün üyeleriyse 1980’lerde.

Kk üyelerinin hayatı tek kişilik, tek perdelik, monoloğa dayalı bir tiyatroyken Tk üyelerinin hayatı renkli kostümler içinde bilumum hayvanatla çevrilmiş (maymun, fil, kaplan...) sahnede, düşmeni bekleyen seyirciye nazire yaparmışcasına ip üstünde yürüdüğün bir cambazlık şovu.

Kk üyeleri toplum kuralları dışında, kendi adetleriyle yaşarken Tk üyeleri toplum kuralları tarafından pasifize edilmişlerdir.

Kk üyeleri sanat ve müzik gibi alanlarda kendi işlerini kurmuşken Tk üyeleri saldırgan, öğütücü şirketlerde kurumsal, anonim özneler olarak çalışırlar.

Kk üyeleri yaratıcılıklarını iş yaşamında da kullanmaya çalışırken Tk üyeleri yaratıcılıklarını sadece mastürbasyon yaparken  kullanırlar.

Kk üyeleri  güzelmiş çirkinmiş farketmeden herkesle sevişirken Tk üyeleri güzelmiş çirkinmiş çok iyi fark edip sadece çirkin kızlarla sevişebilirler. Bunun sonucunda da ufak, tatlı depresyonlarda yüzerler.

Kk üyeleri seksin bizatihi kendisinden, sürecinden zevk alırken Tk üyeleri seks öncesi ve sonrası muhabetten zevk alırlar.

Kk üyeleri mesleklerinde  bir anlam yaratmaya çalışırken Tk üyeleri ister istemez anlamsızlık yaratırlar.

Kk üyeleri kendilerinden başka hiçbir şeyi önemsemezken Tk üyeleri kendilerinden başka her şeyi önemserler.

Kk üyeleri sistem hakkında hiç düşünmezken Tk üyeleri sistemi iyice inceler, eleştirir ve buna rağmen  girdabında boğulurlar.

Kk üyeleri maddiyata önem vermezken Tk üyeleri önem verip vermediklerini bilemeden sadece uzaktan seyrederler.

Kk üyeleri mümkün olduğunca az çalışıp kendilerine yetecek parayı kazanırken Tk üyeleri çok çalışır, didinir ve hiçbir şeye yetmeyecek  meblağlar kazanırlar.

Kk üyeleri girişimcidir, karar verir ve uygularlar. Tk üyeleriyse neye, nasıl ve hangi koşullar altına girişeceğine karar veremediği için donar,  vakit kaybeder ve geç kalır, en sonunda da  “bunu ben düşünmüştüm” derler.

Kk üyeleri yaşadıkları sefil hayatın farkına varamazken Tk üyeleri içinde bulundukları sefillik için binbir farklı tanımlama ve betimleme yaparlar. Her tanım ve betimlemeyle de sefillik deliğinin iyice dibine  inerler.

Kk üyeleri ilişkinin sorumluluğunu taşımak istemezken Tk üyeleri ilişki devam ediyorsa sorumluluk tasması, ilişki bitmişse sorumluluk damgası taşırlar.

Kk üyeleri “her bitiş bir başlangıçtır” gibi bilmiş, basma kalıp cümlelere inanmazken Tk üyeleri “her başlangıç bir bitiştir” gibi acınası cümlelere inanılmasını sağlarlar.

Kk üyelerinin rüyaları yoktur. Tk üyelerininse renkli neonlarla aydınlatılmış rüya görünümlü kabusları vardır.

13 Nisan 2011 Çarşamba

Source Code

Duncan Jones’u Moon’la tanıdık. İlk uzun metrajında bu kadar “bütün” bir film yapabilmesi  sonraki filmini daha çok merak etmemize yetiyordu. Fazla beklemeden Jake Gyllenhaal, Michelle Monaghan, Vera Farmiga’lı kadrosu ve otuz iki milyon bütçesiyle Source Code vizyona girdi. Şu ana kadar da gerek aldığı eleştiriler gerekse hasılat bakımından başarılı olduğunu görüyoruz.


Daha fragmanının gösterilmeye başlamasıyla ilgi çekmeyi başarmıştı Source Code. Etkileyici bir vaade sahip: Kısıtlı zaman, kısıtlı mekan ve tekrar tekrar yaşanarak  gelişen bir kedi fare oyunu.

Filmin, bu etkileyici vaatin hakkını verdiği söyleyebilimek zor. İlk yarım saatte durum ve karakterler çok güzel ortaya konulmuş. Tempolu, akıcı ve keyifli fakat bu bölümden sonra film yavaş yavaş süzülmeye başlıyor. Bunun ana nedeni filmin üzerine oturtulduğu iki başlı hikaye yapısı: Başlangıçta elimizde, trendeki bombalama hikayesi var. Sonra yavaş yavaş Colter Stevens’ın hikayesi de devreye girmeye başlıyor ve filmin bütün “twistleri” bu hikayeden kaynaklanıyor.Sorular buradan geliyor: Colter nerede? Colter ne olacak? Colleen Colter’a yardım edecek mi? vb... Dolayısıyla ana vaati oluşturan tren hikayesi arka planda kalıyor. Silik çizilmiş, yüzeysel bir bombacıyla karşı karşıyayız sanki Colter’ın hikayesine duyulan güvenden unutulmuş gibi. Filmin sonundaki her iki hikayeyi de bağlamaya çalışan, adeta gerçek kötü adamı sunan “twistse” yeterli olmuyor.

 Buna rağmen kötü bir film değil Source Code. Anlaşılmaz olan aldığı övgüler. Bunlardan etkilenip yüksek bir beklentiyle izlenirse hayal kırıklığı kaçınılmaz olur. Abartılmaması gereken, tadında ve “bütün” bir bilim-kurgu.

Görünen o ki Duncan Jones kariyerine emin adımlarla devam ediyor. Yeni Wolverine projesi için en güçlü aday olduğu söyleniyor.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Neden olmadı?

İyi yönetmenler, yıldız oyuncular, büyük bütçe ve mazisi güçlü bir hikaye... Sinemada başarının bir formülü olsa bunlardan oluşması beklenirdi.


Andy ve Lana Wachowski, Joel Silver yapımcılığında yüz yirmi milyon dolar bütçe ile yarışçıyı tekrar piste çıkartıyor. Matrix efsanesinden sonraki ilk proje. Kağıt üstünde her şey mükemmel.

Sonuç: Amerika’da sadece kırk milyon dolar civarı hasılat, Rotten ve Metacritic’te yüzde otuz sekiz civarında puanlar, eleştiriler...

Speed Racer’ı iki açıdan incelememiz lazım. İlk olarak içeriğe yani hikayeye odaklandığımızda geçmişe sadık kalındığını ve tam bir çocuk filmi ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Aile bağları üzerinde durulan ve kırılma noktalarının yumuşak etkilerle gösterildiği bir hikaye, kazanılan büyük yarış sonrası soğuk süt içilen bir dünya. İkinci olarak sunuma bakarsak bu basit hikayenin ve sempatik dünyanın çok detaylı, etkileyici ve hatta şatafatlı bir görsellikle seyirciye sunulduğunu görüyoruz. Pop Art tadında renk kullanımı, sahneler arasında müthiş geçişler ve bağlantılar...

İşte yarışçıyı pist dışına çıkartan bu ikilem: Basit hikaye, sofistike sunum.


Filmi izlemeye başladığınızda ilk on beş dakika tamamıyla adaptasyon süreci olarak geçiyor. Anlatımdaki sürat ve şatafatlı görsellik idrak etmeyi yavaşlatırken heyecanı arttırıyor. Bu uyum sürecinin çok önemli bir yan etkisi var: Yüksek beklenti! Filmin aldığı olumsuz eleştirilerin en önemli nedeni de bu. Wachowski kardeşler bütün yönetmenlik hünerlerini sergilerken izleyicideki beklentiyi çok arttırıyorlar. Filmin basit hikayesi de bu büyüyen beklenti karşısında eziliyor ve dağılıyor.

Çocuklar görsellikte boğulurken büyükler sığ hikayede sıkılıyorlar.


Bu ikileme rağmen çok özellikli, ince ve detaylı çalışılmış bir film Speed Racer. Her ne kadar yarışta geri kalmış olsa da boş zamanınızda, arabanızla gezintiye çıkmış gibi izlenmesi çok hoş olacaktır.

5 Nisan 2011 Salı

Festival Günlüğü 03/04/2011

13.30 Karaköy vapuruna binmek üzere arkadaşla Moda’da buluştuk. Yol boyunca devam eden münazaralar sonucu; gerek ekonomik durum geliştiği  gerekse yaşların kemale ermesiyle sağlık önemsendiği  için uzun zamandır gidilmeyen Şampiyon’da eski günlerin anılmasına karar verdik. Ertesi günkü tuvalet sahnesini düşündüğümüz için mi bilinmez ama “ne kadar özlemişim ya!” veya “arada yemek lazım kanka!” gibi kendini kandırma ve inandırma temalı diyalog eşliğinde kokoreç  ve midye ile mideyi doldurduk. “O son yarımı yemeyecektik!” repliğiyle Şampiyon’dan çıktık ve Beyoğlu’nda, biraz olsun spor yapıyormuş gibi hissetmek için yürümeye başladık.  Karşılaşılan bütün turist kızları; güzel, çirkin demeden sadece turist oldukları için kestik, kıstık ve yorumladık. Turist kızların çoğunluğunun uzun boylu olmasından mütevellit, Türk kızlarının basen sorunsalını irdeyerek  kadında güzellik olgusunun sadece matematiksel bir veri olduğu konusunda uzlaştık: Güzellik eşittir bacak boyu!

Demirören grubunun açtığı yeni AVM’yi  mimari ve estetik açıdan; dış cephesi, yürüyen merdivenlerin konumu ve şekli, markaların bir örnek yazılması, aydınlatması gibi konular ekseninde değerlendirdik. Ulaştığımız olumlu izlenimle, Beyoğlu’nun geleceğinin bu olduğuna karar vererek kutlama mahiyetinde profiterol  yemek için İnci’ye geçtik. Malum, kapanma arifesinde olduğu için üç tane alıp birer buçuk yemeyi uygun gördük. Ağza atılan her kaşıkla, İnci gibi değerlerin ne yapıp edip korunması gerektiği fikri ile bu kahrolasıca, pis tüketim kültürünün kaleleri AVM’lerle mücadele gerekliliği tatlı tatlı bilincimize yayıldı. Kokoreç, midye ve profiterol karışımıyla allak bullak olan mide dolayısıyla mıdır bilinmez ama AVM’lere karşı büyük bir nefret söylemiyle İnci’den çıktık ve bir tur daha atmaya karar verdik. Atılan son turla beraber, saat 15.45’i gösterirken Fitaş’a girerek filmin olduğu salona geçtik. Haşmet Babaoğlu’nun da salonda olduğunu görünce tam anlamıyla festival başlamış oldu. “Ne kadar doğru bir film seçmişiz, Haşmet Baba bile burada oğlum!” Biraz gurur, tatmin ve mutluluk...

Bu pozitif duygu yoğunluğuyla tatlı tatlı bir ağırlık başladı.


 Kanada yapımı “You are here”, bir amcanın sunumuyla başlıyor. Dalgaları gösteren bir projeksiyon önünde şu anda ne düşündüğümüzü, neden düşündüğümüzü, nasıl düşündüğümüzü irdeleyen bir sunum. Sonrasında çeşitli insanların hayatlarından kesitler gösteriliyor: Şifresini kaybedenler, anahtarlarını kaybedenler, neden orda olduğu belli olmayan ka...                                            Çince bir mektuba, Çince öğrenmeden Çince karşılık yazmak için hazırlanmış bir ansiklopedi serisi ve elinde Çince mektupla uğraşan mah...                            Telefonla insanlara gitmeleri gereken yönü söyleyen dört kişilik bir e...                      İlk başta sunum yapan amca, projeksiyonda gösterdiği dalga çekimini yaparken yanına birkaç çocuk gel...                            Amca kumun içine gömülmüş ve çocuklar ona lazer tutu...                          Ve yumuşak bir müzik eşliğinde son jenerik.


Uyku yüzünden filmi, her ne kadar kopuk kopuk izlemiş olsak da hem arkadaşım hem ben festival coşkusuyla dopdoluyduk. Yararlı, verimli bir pazar geçirdiğimiz gün gibi ortadaydı. Karaköy’den döneceğimiz için yine AVM ve İnci’nin önünden geçtik. Sindirim sistemi rahatladığından mıdır bilinmez hem AVM’nin hem de İnci’nin bir arada olabileceği bir dünya üzerine tartışmaya başladık.