Ne kadar gerçek o kadar hayal!

29 Temmuz 2011 Cuma

26 Temmuz 2011 Salı

Kubbenin Altında

Stephen King'den bin küsur sayfalık bir macera.


Küçük bir Amerikan kasabası olan Chester's Mill nereden geldiği belli olmayan bir kubbe tarafından kuşatılıp, kapatılıyor. Ne dışarı çıkmak mümkün ne de içeri girmek!


King en iyi yazdığı konuları bir araya toplamış adeta: Bir nevi kıyamet, küçük bir kasaba ve birçok karakter...


Hikaye, her ne kadar kubbe gibi doğa üstü, fantastik bir ögeyle başlasa da içeride yalanlar ve iktidar mücadelesi gibi insan kaynaklı olaylarla devam ediyor. King'e özgü garip yaratıklar falan bekliyorsanız, yanılırsınız.

King okuyanlar bilir: Randall Flagg birçok kitapta karşımıza çıkar ve kötülüğün vücut bulmuş halidir adeta. Kubbenin altında, Flagg gibi büyülü güçleri olmasa da en az onun kadar kötü bir karakter var; hatta daha da kötü çünkü daha gerçek: Koca Jim Rennie! Bu kullanılmış otomobil satıcısı ve belediye meclis üyesi King romanları içindeki en karmaşık ve etkileyici karakterlerden.


Kubbenin Altında romanının eksik yönlerinden biri kahramanlarımız sayılabilecek Barbie ve Rusty'nin silik kalması. Ya da şöyle söyleyeyim: King hikayeyi oluştururken kötülere ve kötülüklere o kadar çok odaklanmış, o kadar iyi detaylandırmış ki iyiler kara kalem ile çizilmiş gibi kalmış.

Günümüz Amerika'sına ve politik duruşuna göndermeler, taşlamalar yapsa da insan ve insandaki nedensiz, amaçsız kötülük üzerine bir roman Kubbenin Altında.

Not: Bütün roman boyunca Kara Kule efsanesine bir gönderme bekledim ama yoktu sanırım. Okuyup da fark eden olursa lütfen bilgilendirsin.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Bir Nolan Anlatısı: The Prestige

Meydan okuyan bir sahne ile film başlıyor. Ağaçlık arazide birçok şapka ve soru: Dikkatle izliyor musunuz? Daha baştan seyircinin motivasyonunu arttıran ve oyunlara hazırlayan bir giriş.


Cutter'ın elleri eşliğinde oyunun kuralları, bir ölüm ve bir mahkumiyet.


Devamında Angier ve Borden'ın günlükleri ekseninde bütün hikaye.

The Prestige Christopher Priest'in romanından uyarlanmış bir film fakat romanla filmin pek alakası yok. Nolan kardeşler güçlü dinamiklerle ve yeni boyutlarla bambaşka bir hikaye yaratmışlar.

İki hırslı illüzyonistin, ölü bir sevgili ile mühürlenmiş mücadelesi karanlık, yıpratıcı bir illüzyon gösterisiymiş gibi seyirciye sunuluyor.

Karmaşık bir film The Prestige, kahraman kim? Kötü adam kim? Kim haklı? 

Filmdeki her görüntü, her sahne, her sekans hikayenin dinamikleri ve gizleri için ipucu aslında. 

Borden daha metadolojist bir illüzyonist. Gösterişten uzak, vaadine odaklanmış ve buna hayatını adamış.


Angier ise gerçek bir şov adamı. Bütün imkanlarını en iyi olmak için şovuna yatırmaya hazır.


Hikayenin en etkileyici noktalarından biri de bu: Bir tarafta her şeyi olan ama gösterisi uğruna bunların hepsinden vazgeçmeye hazır bir adamla; hiçbir şeyi olmayan ama hayatını gösterisine adamış, hayat olarak gösterisini yaşayan bir adamın mücadelesi. Soru şu: Nereye kadar bu rekabet sürecek?

The Prestige, rekabet dolu, karanlık, ölümcül bir bağlanım ve saplantı hikayesi. Christopher Nolan'ın en iyilerinden.


22 Temmuz 2011 Cuma

Beklenenler 2


Soderbergh'in son şansı olabilir maalesef!


Marc Webb ve Andrew Garfield, örümceği yarasa ile yarıştırabilecek mi?

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Rock'n Coke 2011

Caz, sinema, tiyatro veya müzik... Hiç farketmez. Benim kuralım belli: Festival dediğin Haşmet Babaoğlu ile güzeldir. Onu görmeden festival havasına girilemez, eksik ve yalnız kalınır ( Bkz: Festival Günlüğü). Neyse ki Haşmet " abimiz " Rock'n Coke'da bizi öksüz, yetim bırakmadı. Festival havasını bütünüyle teneffüs etmemizi sağladı. Buradan O'na teşekkür edip yeni girişimimden bahsetmek istiyorum: Artık karşılaştığım her festivalde Haşmet " abimizin " fotoğrafını çekeceğim. Kızmayacağını umarak buradan Haşmet Babaoğlu'na saygılarımı yolluyorum.


Festivali kısaca özetlemek gerekirse:

- Her sene olduğu gibi yine " dövme çöplüğünden " farksızdı.

- Bu senenin modası: Kızlarda kısa kot şort altı bol selülit, erkeklerde Freddie Mercury'msi bıyık.

Metropol kadınının selülit ile dansı bence kesinlikle incelenmeli. Aynı zamanda, yeni tatilden döndüğüm ve çok bikini gördüğüm için şunu kesinlikle söyleyebilirim: Tam anlamıyla bir selülit işgali altında kadınlarımız ve bu işgal 18-20 gibi küçük sayılabilecek yaş aralıklarında bile geçerli. Selüliti olmayan az sayıdaki kadın önderliğinde bir direniş örgütlenmesi şart bu işgale karşı. Gerçekten ilginç olan bir başka noktaysa: Azımsanmayacak sayıdaki erkeğin vücut bakımı konusunda kadınların çok önünde olması: Sporlar yapılmış, bol bol ağırlık basılmış ama bıyık olmasa daha iyiydi tabii. Sonuç olarak selülite karşı hep beraber " Vive la resistance! " 

- Festivalin en komik sahneleri yemek bölümlerindeydi. Kurumsal yapı içinde çalışanların " self motivation " ninnisi bu bölgelerde bol bol kulakları tırmaladı: Düdüklü McDonalds, çığıran Pizza Pizza... vb. Aslında aynı temel fikre dayansa da plazaların içinde yapılan; herkesin takım,kravat içinde sahte gülücükler dağıttığı kokteyllerden tek bir farkı var: Ucuz fikir, ucuz uygulamayla birleşince damping etkisi yapıyor. Suratlar bir karış, beyin sıcak ve kalabalıktan büzülmeye başlamış, kazanacağı üç kuruşun derdinde olup bir de eğleniyormuş, mutluymuş, istekliymiş gibi gözükmeye çalışmak gerçekten komik oluyor. Trajikomik ama komik! Bazılarının götünden anlama durumuna önlememizi alalım: Komik bulunan ekmeğinin peşinde çalışan insanlar değildir! Öyle anladıysan lütfen baştan oku. Hala olmuyorsa zorlama.

- Kız arkadaşım Big Mac'i götürürken aklıma şu geldi: Bu yağlar en az 3 günlük ( cuma,cumartesi ve pazar ).  Yani başka bir Mc'de yediğimiz ürünlerden daha iyi koşullarda pişirilmiş olabilir.

- Duman hala dumanlı maalesef...

- Motorhead ilgi alanım dahilinde olmasa da gümbür gümbürdü. Hakkını teslim etmek gerek.

- Limp Bizkit istekli ve iyiydi ama kafamda şu soru dönüp durdu: Ya bu konser 2011 değilde 2001'de olsaydı? 
Zaman grup üyelerinden olmasa da seyircisinden çok şey alıp götürmüş.

- Friendly Fires'da çok sıcaktı, kulaklarımla beynim arasındaki senkronizasyonda sıkıntı olmuş olabilir, pek bir şey anlamadım.

- Athena ateşleyici etkisini başarıyla gösterdi, doğruya doğru fakat kaybedilen davulcular Doğaç ve Burak ile beraber kaybedilen basçı Ozan'ın eksikliği çok netti. Birçok kez canlı izlediğim için eleştiri hakkını kendimde görüyorum: Özellikle eski kayıtları çalma açısından bir sıkıntı olduğu aşikar.

- Skunk Anansie, benim için tartışmasız gecenin yıldızıydı. Enerji, şov ve müzik...

- Travis, müziğine yakışacak bir şekilde sempatik ve içtendi.

- Gecenin en kötü esprisi: Moby'i niye dinlemiyoruz? Onun başı kel mi? Evet kel! O yüzden dinlemiyoruz! ( Keşke ben yapsaydım, tam benlik bir espri! Koray kardeşime selamlar.)

15 Temmuz 2011 Cuma

Kısa Bir Film

Leigh Whannel ve James Wan'dan bir kısa film.


Torrent'lerde mevcut...



12 Temmuz 2011 Salı

Insidious

Kıskançlık...

Filmi izlerken hissettiğim en yoğun duygu kıskançlıktı.


Leigh Whannell ve James Wan, Saw'dan sonra yine etkileyici bir projeyle beraberler.

Insidious, klasik korku ögelerini sonuna kadar kullanan fakat hikayesi itibariyle konvansiyonel korku dinamiklerini başarıyla değiştiren bir film.

Yeni taşındıkları evde " hayaletli ev " durumu yaşayan bir ailenin; büyük çocuklarının ansızın, açıklanamayan bir nedenle komaya girmesiyle yaşadıklarını izliyoruz.

Yeni bir " Paranormal Activity " kopyası gibi başlasa da hikayesi sayesinde daha etkili ve daha güçlü bir şekilde devam eden bir film Insidious. 


Bu noktada yönetmen James Wan'a parantez açmak lazım: Bütün korku tekniklerini başarıyla uygulamış.
Damlatan musluklar, eski duvar saati, parlak cisimlerden yansımalar, aynalar, ikizler, bir anda cıyaklayan bir müzik, kanlı pençe izleri vb...


Korku filmlerinin en önemli hususlarından biri şudur: Seyirciyi gerdikten sonra rahatlamak için küçük aralar yaratmak lazım. Medyum teyzemizin ekibi bu iş gerçekten biçilmiş kaftan! Gözlüklü " geek " (ki kendisi Leigh Whannel olur.) ile sakallı kameramanımız atışmalarıyla gülümsetiyor.


Leigh Whannel'in farklı olmayı başarmış hikayesiyle James Wan'ın klişe korku çekimleri birleşince ilerde klasik hatta kült sayılabilecek bir film ortaya çıkmış.

Klasik hayaletli ev hikayelerinde yaşanan doğaüstü deneyimler genelde yaşayanla sınırlıdır, sanki onun hayal gücünden kaynaklanıyormuş gibi bir durum vardır: Hayaletleri herkes görmez! İzleyici için bile bir illüzyon gibidir. Insidious'un bu noktada farklı ve etkileyici bir yaklaşımı olduğunu özellikle belirtmek isterim ki filmin bence en etkileyici ve izleyenler açısından sinir bozucu, korkutucu olan tarafı da bu! Gayet rahat, kimseden çekinmeden ortalıkta gezen, takılan ve hatta dans eden hayaletlere hazır olun.


Insidious adına yakışan kötülükte, çirkinlikte ve sinsilikte bir kötüye sahip. Öyle ki bir " Demon " bile daha sempatik kalabiliyor.


1977 doğumlu iki arkadaşın geldiklerini noktayı kıskanıyorum. Bunu belirtmem lazım! Hem Saw hem de Insidious klasik hatta klişe hikaye formlarının farklı dinamik yapısı ile güçlendirilip ve değişik fikirlerle yoğrulmasıyla oluşturulmuş filmler. Hikaye ve senaryo yazma uğraşı içinde olanların kesinlikle bu işleri incelemesi gerekir.


7 Temmuz 2011 Perşembe