Ne kadar gerçek o kadar hayal!

28 Nisan 2012 Cumartesi

The Cabin in the Woods

Stereotipin dibini görmüş bir grup genç dağların arasındaki göl evine hafta sonunu geçirmek için gider. Sonuç hayatlarına mal olacak bir hatalar silsilesi... The Cabin in the Woods en bilindik hikayelerden birine sahip.


Klişe ile dehanın birleştiği, saçmanın önce mantıklı hale gelip sonra daha da saçma bir boyuta geçtiği enteresan  yapım var karşımızda. Biraz Planet Terror kafası diyebilirim. Gidecek olanların bunu kesinlikle göz önünde bulundurması lazım. Biraz korku, biraz komedi ama daha çok tuhaflık ve abartı...


Pek çok popüler dizide senaristlik yapmış ve sonrasında Cloverfield ile kendini iyice ispat etmiş sektörün altınlarından Drew Goddard bu sefer hem yazmış hem yönetmiş. Yapımcı koltuğunda ise tecrübeli Joss Whedon var.


The Cabin in the Woods gerçek manada bir fikir filmi. Bütün korku öğelerinin birleştirilip anlamlandırılmaya çalışıldığı bir proje. Eğer bir korku filmi fanatiği iseniz hayran olmanız kaçınılmaz. Filmi izlerken abartı gelen bazı durumlar ertesi gün hafızanızda güzel bir tortu bırakıyor.

Saçma da olsa yeni fikirlere açıksanız, bütün korku hikayelerinin arkasındaki dev nedeni öğrenmek isterseniz ki dev burada abartı olarak kullanılmamıştır, The Cabin in the Woods sizin için klasik olacaktır.

24 Nisan 2012 Salı

The Guard

Suç, kara mizah ve İrlanda... In Bruges'den tanıdığımız Martin McDonagh'ın kardeşi John Micheal McDonagh, Brendan Gleeson ile The Guard'da buluşmuş.


Buradaki yazılarımda çok bahsettiğim bir konudur derinlikli karakter veya üç boyutlu karakter. Filmi mükemmelliğe ve etkileyiciliğe ulaştıran en önemli unsurdur bu. Peki böyle karakterler nasıl yaratılır? Senaryoyu oluştururken karakterin geçmişini,tercihlerini detaylandırmak şarttır. Karakterin nereden nereye gittiğini bilmek ve bunu da izleyiciye hissettirmek gerekir. Peki bunu yaparken karakterin bütün geçmişini seyirciye göstermek zorunda mıyız? Tabii ki de hayır! Bazen karakter bir cümle söyler, bir jest veya mimik yapar ve bununla birlikte karakter derinlik kazanır ve izleyici için daha anlaşılır hale, empati kurabileceği şekle girer.


The Guard bu konuda ders kitabı gibi. İyi oyunculuklar detaylandırılmış karakterler ile birleşince seyri çok zevkli bir film ortaya çıkmış.

Zeki diyaloglar, ince ama iğneleyici bir mizah anlayışı, basit ama güçlü bir sinematografi...

Uluslararası uyuşturucu kaçakçılarının karşısına daha önce tahminen hiç karşılaşmadıkları, türünün ilk ve tek örneği sayılabilecek bir Polis çıkıyor: Kaba, ırkçılığın kültürel bir gelenek olduğunu iddia edecek kadar yüzsüz, çağırdığı eskort kızlar ile kasabanın merkezinde gezebilecek kadar kendiyle barışık...


Bütün karakterlerin ve diyalogların ayrı ayrı renkler kattığı bir yapım The Guard. Mark Strong'dan Liam Cunningham'a; küçük çocuktan fotoğrafçıya...


Filmin dinamiklerinin In Bruges'e çok benzediğini belirtmem lazım. Eğer böyle ekşi espri anlayışını seviyorsanız kaçırmamalısınız!


18 Nisan 2012 Çarşamba

The Hunger Games


Post-apokaliptik distopyalara bayılmama rağmen bu seriye bir ön yargım vardı nedense. Kitaplarını okumayı düşünmedim, filmine de gitmeyecektim fakat yaptığı hasılat ile aldığı olumlu eleştiriler sonunda görmek bir zorunluluk oldu.




The Hunger Games eğlenceli, kesinlikle sıkmayan fakat her hangi bir derinliği de olamayan bir yapım.


Gelecekte çok büyük savaşlar çıkmış, bütün bölgeler birbirlerine girmiş. Barış ve düzen kurulunca da sistemin devam etmesi adına her bölgeden iki gencin katıldığı ölümüne oyunlar düzenlenmeye başlamış. Bu oyun zamanla en büyük " entertainment " haline gelmiş. Bizde bu oyunlardan birini izliyoruz.


Film bana çok kes yapıştır geldi. Derinlik olmamasından da kastım bu zaten. Biraz Running Man, üstüne Truman Show ve The Lord of the Flies ile az da Battle Royale sosu. Bütün bu eserler zaten kült statüsüne ulaşmış vaziyette. Bunları birleştirip sunmak pek mantıklı olmamış.


Eksileri detaylandırmak gerekirse: Karakterler çok sığ kalmış.Programın yapımcısı Crane ne işe yarar? Motivasyonu ne? Amacı ne? Diğer bölgelerden gelen çocukların hikayesi ne? Daha bunun gibi pek çok soru sormak mümkün. Bu yapısal eksik filmin etkisi çok düşürüyor.




Filmin geçtiği dünya da sağlam detaylandırılmadığı için çok plastik kalmış. Hikayenin yapısı gereği vurucu ve etkileyici olması gereken başkent Capitol üçüncü sınıf bilim-kurgu filmlerinde olduğu gibi dizayn edilmiş. Şehrin yapısı, insanları yaşayışı hakkında hiçbir detay yok abuk subuk kıyafetler saçlar dışında. Son dönemde gösterilmiş bir diğer distopya In Time ile karşılaştırınca bunu daha iyi anlayabiliriz. 




Diğer taraftan yönetmenin de cesur olmadığını belirtmem lazım. Bütün ölüm ve dövüş sahnelerinde " close-up'lar " ile kamerayı çok hareketli kullanmış. Dolayısıyla hiçbir detay anlaşılmıyor. Büyük ihtimalle yaş engeli açısından da böyle bir tercih kullanılmış fakat filmi çok zayıflatan unsurlar bunlar.


Ay yüzlü Jennifer Lawrence'ın filmin lokomotifi olduğunu belirtip hakkını vermek lazım. Hem güzel hem yetenekli... Dev bir kedi adeta!




Filmin diğer bir yıldızı ise kesinlikle modacı rolüyle Lenny Kravitz!




Bütün film boyunca gençler arasındaki aşkın gerçekliğine dair şüphe duydum. Hatta filmin sonunda biz sadece ilgi çekmek için yaptık gibi siz de bunu yediniz gibi bir " twist " bekledim ama nafile! Bu iki gencin hikayesi çok açık kalmış. Gerçi seriyi okuyan arkadaşlardan öğrendiğim kadarı ile bu konu ikinci kitapta da devam edecekmiş. 

Sonuç itibariyle eğlenceli bir film fakat aldığı puanlara ve yorumlara kapılıp büyük beklentiye girmemek lazım.

13 Nisan 2012 Cuma

Festivalden: Oslo 31. August

Festivalin finaline yakıştı. Joachim Trier'den Reprise sonrası bir başyapıt daha.


Anders'in rehabilitasyonunun bitmesine iki hafta var. Dokuz aydır bira bile içmemiş. İş görüşmesi için Oslo'da tek gece geçirecek.

Oslo, 31 August otuz dört yaşında bir adamın hayatının tek gecede özetlenmesi: Olmama, olamama durumu, biraz varoluşsal sıkıntılar, 21. yüzyıl ilişkileri ve yalnızlık...


Filmin her sahnesi tek tek üzerinde konuşulmayı hakkediyor. Hemen başdaki Anders ile eski dostu Thomas'ın 15-20 dakikayı bulan muhabbetleri, Anders'in cafedeki konuşmalara kulak kabartması, bütün gece süren partiler silsilesi...


Birden çok kere izlenecek ve her seferinde yeni şeyler bulunacak bir film Oslo,31 August.

Ve filmin sonunda tek bir soru: Ya İselin telefonu açsaydı?

10 Nisan 2012 Salı

Festivalden: Kill List

Kill List temelde seyirciye bir meydan okuma. Sert, cüretkar, vurucu...


Eski asker, yeni tetikçi Jay son işinde yaşadığı sorun yüzünden uzun zamandır çalışmamakta ve karşısına 3 kişilik bir liste ve iyi bir teklif geliyor. Soru şu: Her şey gözüktüğü gibi mi?


Eğer bir sinefilseniz mutlaka izlemelisiniz. Meydan okuyan filmleri seviyorsanız mutlaka izlemelisiniz. Yok daha konvansiyonel bir bakış arıyorsanız uzak durmanızda fayda var. Kill List ya çok seveceğiniz ya da nefret edeceğiniz bir film. Yazının bundan sonrasında içerikle ilgili bilgiler yer alacak. İzlemeye karar verdiyseniz devamını okumayın filmin zevki açısından.


Kill List'in en büyük özelliği bizi türler arasında bir yolculuğa çıkarması. Film drama yapısı ile başlıyor. Eski askerin post-savaş sorunları, çalışmaması, tutunamaması; aile içindeki sıkıntılar... Ve karşımızdaki son derece sevimli bir aile: İlgili anne, güzel eş; sempatik bir ufaklık... Jay'in tekrar işe dönme kararı almasıyla film aksiyon havası kazanmaya başlıyor. Öldürülen kişilerin hali,tavrı ve öldürülme biçimleri ile de film gittikçe sertleşiyor ve gerilim-korku öğeleri öne çıkıyor.

Bütün film bir ayini anlatıyor aslında. Tarikata kabul ayini...


Burada yönetmenin becerisinden bahsetmek lazım. Pow çekimler ve müzik tercihleri ile türler arasında geçişi ustalıkla sağlıyor. Ben Wheatley ürpertici,tekinsiz ve tuhaf bir atmosfer yaratmış. Filmi aslında en iyi şöyle özetleyebilirim: Bir şarkı dinlemeye başlıyorsunuz, yer yer duygusal ve melodisi güçlü bir şarkı. Fakat zamanla şarkı bozulmaya başlıyor, garip sesler çıkmaya başlıyor. Altta hala ilk baştaki melodi var, duyuyorsunuz. Bu yüzden de şarkıyı kapatamıyorsunuz. Tam tersine daha da konsantre olmaya başlıyorsunuz o melodiyi duymak için. Siz içine girdikçe şarkı daha da bozuluyor, melodi iyice silikleşiyor ve dinlenmesi rahatsızlık verir hale geliyor.

Sinema tarihinin en etkileyici ölüm sahnelerinden birkaçına sahip bir film Kill List. Ve bu sahnelerin hepsine hazırlıksız yakalanacaksınız.


Özel bir film Kill List. İzlemeye cüret edecekler farklı bir deneyim yaşayacaklar.

8 Nisan 2012 Pazar

The Darkest Hour

Uzaylıların dünyayı işgal ettiği filmleri prensip gereği sorgusuz sualsiz izliyorum. The Darkest Hour bunların sonuncusu. 


Konu şu: İki genç Moskova'ya iş bağlamaya gider. Kazık yemeleri yetmezmiş gibi bir de uzaylılar dünyayı işgal eder.


Son dönemdeki en yüzeysel filmlerden biri. Piyasadaki ortalama senaryo kitaplarından çıkmış bir hikaye yapısı, sıradan ve manasız karakterler, yersiz dinamikler, kötü aksiyon sahneleri... O kadar plastik yapılı bir film ki aslında üzerine sayfalar dolusu yazılabilir.


Film hafif Cloverfield tadında başlıyor. Sonrasında War of the Worlds'e dönüşüyor. Sonu ise Red Dawn. Gerçek şu ki bütün bu filmlerin en kötü özelliklerini almayı başarmış.


Kötü film izlemekten zevk almıyorsanız kesinlikle sakının. 

6 Nisan 2012 Cuma

Festivalden: The Raid Redemption

Galli yönetmenden vurdulu kırdılı bir Endonezya filmi. Pek makul gelmiyor değil mi? The Raid bu senenin en çok konuşulan filmlerinden.


Özel tim, 15 katlı bir apartmanda saklanan acımasız mafya liderini yakalamak için bir operasyon düzenliyor. Her katta ayrı bir dövüş,çatışma...


Son dönemde izlediğim en hareketli ve tempolu filmdi diyebilirim. Gerçeğe bu kadar yakın dövüş sahneleri çekmek gerçekten meziyet ister; estetik,hızlı ve acımasız...

Filmin etkisini şöyle özetleyebilirim: Uzun ve sert bir dövüş sekansından sonra festival izleyicisi bile alkışlama gereği duydu. Başka söze gerek yok herhalde.


Adrenalin seviyorsanız daha etkilisini bulamazsınız. İzleyin, izlettirin...


4 Nisan 2012 Çarşamba

Festivalden: The Best Exotic Marigold Hotel

İzlerken ve izledikten sonra kendinizi çok iyi hissedeceğiniz bir film The Best Exotic Marigold Hotel.


Yaşlanmayla, kayıplarla, geride bırakılanlarla ilgili olmasına rağmen hayat dolu bir film.

İlk aşkının peşine düşen yüksek mahkeme hakimi Graham (Tom Wilkinson).


Ameliyat olması gereken dişi Alfred huysuz Muriel (Maggie Smith).


Bütün hayatını beraber geçirdiği kocasını kaybeden Evelyn (Judi Dench).


Sonuna kadar arzularını ve tutkularını yaşamak isteyen Norman (Ronald Pickup).

Zengin koca avcısı Madge (Celia Imre).


Evliliklerinden de emekli olmuş çift Jean ve Douglas (Penelope Wilton ve Bill Nighy).


Sahtekarlık ile hayalperestlik sınırlarında dolaşan Sonny (Dev Patel).


Bütün bu enteresan karakterler Hindistan'da Marigold otelinde bir araya geliyorlar.

Karakter ve oyunculuk üstünden ilerleyen bir hikayeye sahip film. Ustalar ustalıklarını sonuna kadar konuşturmuş. Daha sıradan aktörler bu karakterleri canlandırsaydı filmin hiçbir özelliği olmayacağı da kaçınılmaz bir gerçek.

Eğlenceli ve mutlu bir 2 saat geçirmek için ideal...


3 Nisan 2012 Salı

Festivalden:Kongen av Bastøy

Açılışı Norveç yapımı Şeytan Adasının Kralı ile yaptık.




Sorunlu çocukların yollandığı Bastoy adasındaki yetimhane hapishane kırması bir mekanda geçen dramatik olayların anlatıldığı bir film. 


Filmin alametifarikası oyunculuklar.Stellan Skarsgard hafif kambur duruşu, arkaya yatırılmış saçları ve otoriter bakışları ile lokomotif vazifesi görüyor. 




Kristoffer Joner ise Naboer'den sonra tekrar sıkıntılı bir rolde.




Konusu ve hikayesi gayet bilindik ve tahmin edilebilir fakat oyunculuk izlemek için ideal bir yapım Kongen av Bastøy.