Ne kadar gerçek o kadar hayal!

30 Mart 2011 Çarşamba

Festival Ritüelleri



Aç gözlülükle saldırılan biletler, üşengeçlikten gidilmeyen filmler.

Festivalin ilk günlerinde, özellikle sinemaya girerken cepten çıkarılan tomarla biletin gururla sergilenmesi.

Festivalin başlarında gidilecek filmlerin nicelikleriyle, sonlarındaysa gidilen filmlerin nitelikleriyle ilgili iddalı tartışmalar.

Grup gidilen filmlerde, yer göstericiye bahşiş vermemek için  “yakar” bilet oynamak.

Yalnız gidilen filmlerde, yer göstericiyle köşe kapmaca oynamak.

Festivalin en kurusuna, ilk film olarak gitmenin dayanılmaz hafifliği.

“Bu film bitmez abi!” geyiği.

Mümkünse 1.60’ı geçmeyen, kısa saçlı, esmer kızlar.

Hava durumuna göre boyna fular veya atkı takmak. İnce atkı da geçerlidir.

Mutlaka Danca veya Flamanca bir filmde bozulan altyazı.

Pipi. Yanlış olmasın ereksiyon söz konusu değil. Not: Festivalin sanatsal atmosferinden dolayı bütün cinsel organlar çocuksu bir şekilde ele alınıp anlamlandırılır.

Gıcırdayan koltuklar, en dar sıra araları... Festival dışında İstiklal’de neden sinemaya gidilmeyeceğini özümseme.

Salondan çıkış karambolünde maruz kalınan, türlü türlü kişiden türlü türlü film kritikleri.

Bütün sene, nazire yaparmışcasına karşınıza çıkan gidilmemiş filmlerin biletleri ve suçluluk duygusu.

28 Mart 2011 Pazartesi

İletişim Teorileri 101


İletişim fakültesinde, ilk derslerde duyacağınız kaçınılmaz cümleler şunlardır: “Kişiler arasında telepati veya benzeri, doğrudan bir bağ olmadığı için  mesajları aktarmak için bir koda  ihtiyaç vardır. Bu öyle bir kod olmalıdır ki mesaj, kodu kullanan taraflar için aynı şekilde anlaşılmalı ve çözümlenmelidir.”

Sonuç: İletişim kodlar üzerinden yürür. Dil bir koddur. Hareketlerimiz de bir kod oluşturur. Bu kodlar üzerinden kendimizi anlatır; karşımızdakinin ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlarız.


Code Unknown ( Bilinmeyen Kod), işitme engelli çocukların sessiz sinema gibi bir oyunuyla başlıyor. Anlatıcı küçük bir kız, tahminlerse: Yalnız, barınak, gangster, vicdan azabı, üzgün, hapsolmuş... Haneke, ilk sahneyle seyirciye meydan okuyor.


Fransız genç, mülteci kadının üzerine çöp atar. Bunu gören Mali asıllı başka bir genç olaya müdahele ederek kadından özür dilemesini ister. Polis gelir ve herkes birbirine girer. Code Unknown, bu olay sonrası; karışanların hayatlarından bölümler sunuyor seyirciye. Haneke sinemasının en tipik özelliği olan uzun planlarla. Türlü türlü anlaşmazlık ve iletişim problemleriyle dolu kesitler.


Kadınla erkek arasında iletişim sorunları olur, beyazla siyah arasında, zenginle fakir arasında... Haneke’nin cesareti, iletişimsizliği bunlar gibi farklı aidiyetlere bağlamamasında. Benzer yaşam koşullarına sahip sevgililer sorun yaşıyor. Mali kökenli aile kendi arasında çözüm bulamıyor. Rumen göçmen kadın ailesine açılamıyor. Hayatın akışı ve günlük sorunlar içinde zayıflayan iletişim, deforme olmuş kodlar, kendimize ait ama başkasının bilmediği kodlar...


Haneke, bu iletişim aksaklıklarını anlatırken konvansiyonel sinemanın da bütün kodlarıyla oynuyor. En klasik kurallardan olan “geç gir, erken çık”’ı yok sayıyor; seyirciye gerekli gereksiz birçok sahne izlettiriyor. Diyaloglar tamamlanmadan sahneleri kesiyor. Görüntüyle alakası olmayan sesler kullanıyor. Her zamanki ustalığıyla anlatmak istediği konuyu sadece içerikle değil yapıyı da kullanarak sunuyor.

Metroda çekilmiş portreler üzerine fotoğrafçının savaşı anlattığı sahne filmin özeti aslında. Ortak kodun olmadığı bir dünya, herkesin kendi perspektifinden baktığı.









24 Mart 2011 Perşembe

Fikir - Duygu




Darren 12 şubat 1969’da , Chris 30 temmuz 1970’de doğuyor. Farklılıklara rağmen temelde benzer yaşantıları var: Orta üst sınıf bir aile yapısı içinde büyüyorlar. Chris’in babası bir reklam yazarı. Kim bilir, belki de fikir adamlığının temeli buradan geliyordur. Annesiyse Amerikalı bir uçuş görevlisi.

 Darren Brooklyn’de büyüyor Broadway tiyatrosundaki şovlarla. Gösterilere olan ilgisi burada başlıyor.
 Chris, babasının 8 mm kamerasıyla yedi yaşından itibaren filmler çekiyor.  Londra üniversitesinde İngiliz edebiyatı okurken de kısa metrajlı Tarantella ve Doodlebug’ı çekiyor.

Darren ise Harvard ünivesitesinde sosyal antropoloji okurken sinemayla ilgili dersler alıyor ve dereceyle mezun oluyor.

Ve ilk filmler:

Chris 1998’de altı bin dolara Following’i çekiyor. İlhamını kaybetmiş bir yazarın, yeni hikayesini bulmak için insanları takip etmesiyle içine düştüğü karışık durumun anlatıldığı bir film. Hikaye güçlü ama basit. Bir fikirle bu güçlü ama basit hikaye, Chris için Hollywood’un kapısını açacak bir anahtara dönüşüyor.  Doğrusal olmayan bir anlatımla bu güçlü hikayeyi daha kompleks ve sonunu merak ettiren bir hale dönüştürüyor. Şaşırtıcı olmayansa Chris’in en sevdiği filmlerden birinin Stanley Kubrick’in The Killing’i olması. Zaten  neredeyse bütün filmografisinde de bu doğrusal olmayan anlatım biçimini kullanacak. Following Amerika’da kırk sekiz bin dolar hasılat yapıyor.


Bu ilk filmle beraber Nolan sinemasının özellikleri ortaya çıkıyor:
Yakın çekim el sahneleri,
Filme en kritik ve sona yakın, düğümü çözecek bir sahneyle başlamak,
Takıntılı, erkek protagonistler,
Kontrastı yüksek ışık kullanımı,
Neo-noir tarzda görüntüler.

Darren 1996’da ilk filmi üzerinde çalışmaya başlıyor. Takıntılı, paranoyak bir matematkçinin pi sayısı üzerinden doğadaki şablonu bulma inadını anlattığı filmini, tanıdıklarından yüzer dolar borç alıp filmin başarılı olması halinde yüz ellişer dolar iade etmenin sözünü vererek finanse edip çekiyor. Aronofsky sineması, seyircisine, protogonistinin içinde olduğu bütün duyguları birebir  hissetirme üzerine kurulu. Darren, ilk filminden itibaren hikayenin nereye varacağını değil karakterin neler hisettiğini yansıtan  filmler kuruyor. Pi Amerika’da üç milyon dolar hasılat elde ediyor.


Aronofsky sinemasının özellikleriyse:

Seri ve hızlı, birbirini izleyen görüntülerle hareket anlatma (hip-hop montage),
Tekrar eden elektronik müzik,
Kamerayla protagonisti arkadan takip eden çekimler,
Kendi sonlarını hazırlayan tutkulu ve paranoyak protagonistler.

Chris ikinci film olarak kardeşinin hikayesinden yola çıkarak Memento’yu çekiyor. Hem fikir adamlığına  hem de doğrusal olmayan anlatım sevdasına uygun olan bu hikaye; karısı öldürülürken kafasına aldığı darbe yüzünden kısa dönemli hafızasında sorun yaşayan bir adamın, bu cinayeti araştırırkenki  yolculuğunu sondan başlayarak anlatıyor. Klasik  üç sahne yapısını değişik bir şekilde yorumlayan Memento, Chris’in fikir adamlığının yanı sıra prodüksiyon başarısını da ortaya koyan bir film oluyor. Dokuz milyon dolarlık bütçesi karşılığında Amerika’da yirmi beş milyon dolarlık bir hasılata ulaşıyor. Filmin kült statüsünün yanında hasılat olarak da başarılı olması Nolan sinemasını büyük prodüksiyon şirketlerinin de fark etmesini sağlıyor.


Darren ikinci film olarak Hubert Selby Jr.’ın Requiem For A Dream adlı kitabı üzerine çalışıyor. Bir annenin, bir arkadaş grubunun ve bir çift sevgilinin içinde bulundukları hayat koşullarını ve uyuşturucu ile ilişkilerini anlatan hikaye Darren’la birleşince, seyirci için duygusal bir travma yaratabilecek kadar güçleniyor. Darren, karakterlerin içinde bulunduğu buhranı seyircinin de yaşaması  için bütün yönetmenlik becerilerinin kullanıyor. Özellikle, eroinin hazırlanmasındaki ritüeli  ve uyuşturucu satışını gösterdiği sahneler Aranofsky sinemasının gücünü kanıtlar nitelikte. Requiem For A Dream Amerika’da üç buçuk milyon dolar gibi az bir hasılat yapsa da bununla ters orantılı olarak  çok geniş bir hayran kitlesi kazanıyor.


Üçüncü film Chris için en önemli adımlardan biriydi. Kırk altı milyon dolar bütçe, Al Pacino ve Robin Williams gibi iki önemli yıldız ve senaryosunu kendi yazmadığı bir hikaye... Insomnia bu şartlar altında oluşuyor. Vicdan azabından uykusuzluk sorunu yaşayan dedektifin Alaska’da bir cinayet  davası üzerinde çalışmasının anlatıldığı filmde  Nolan sinemasının bütün özelliklerini görebiliyoruz. Yakın plan el sahneleri, hikayeyi mümkün olduğunca doğrusal anlatmama niyeti vb... Bu filmle birlikte, Chris büyük prodüksiyonların altından rahatlıkla kalkabileceğini kanıtlıyor. Al Pacino ve Robin Williams  gerileme içindeki kariyerlerine rağmen hala ayaktta olduklarını Chris sayesinde ispat ediyorlar. Geniş plan buzul çekimleri ve takip sahneleri Nolan sinemasının hangi yöne kayacağının göstergesi oluyor. Insomnia, aslında yayınlandığı dönemde hakkı yenmiş bir film. Amerika’da altmış üç milyon dolar hasılat, bu kalitede bir prodüksiyon için oldukça az. Bunda, filmin yayınlandığı dönemde aldığı eleştirilerin etkisi çok büyük. Bu kadar eleştri almasının belki de en büyük nedeni Nolan sinemasından daha büyük bir patlama beklentisiydi bence. Sonuç olarak Chris büyük prodüksiyon şirketleriyle ilişkisini sağlamlaştırıyor. Büyük patlama ise dördüncü filminde geliyor.


Prodüksiyon sorunları, değişen oyuncular vb... gibi problemler yüzünden Darren üçüncü filmi için 2006’ya kadar beklemek zorunda kalıyor. Kendi yazdığı hikayeden yola çıkarak karısı Rachel Weisz ile Hugh Jackman’ın başrolünde olduğu The Fountain otuz beş milyon dolar bütçeyle çekiliyor. Epik bir aşk hikayesinin Aronofsky versiyonu olan film, içindeki büyük fikirleri seyirciye duygu yoluyla aktarmaya çalşıyor. Geçmiş, gelecek ve bitirilmemiş romanın oluşturduğu üçlü katmandan oluşan hikaye, kanser hastası karısını tedavi etmeye çalışan doktor, yok olmanın eşiğindeki bir yıldıza yolculuk yapan astronot ve engizisyonun pençesindeki İspanya Kraliçesi için Güney Amerika’da seferde olan asker gibi karakterlerin yolculuklarını anlatıyor. Aynı hikaye başka bir yönetmen tarafında çekilseydi “blockbuster” olması kaçınılmazdı. Sadece on milyon dolar hasılat yapabilen The Fountain, Aronofsky sinematografisinin en önemli parçalarından, değeri sonradan anlaşılacak bir şaheser.


2005 yılına geri döndüğümüzde, Chris’in büyük bombasının patladığını görüyoruz. Insomnia sonrasında yeni Batman serisinde yönetmen koltuğunda Chris var ki önce teklifin Darren’a yapıldğı da söylenir. Yüz elli milyon dolarlık proje için Chris yepyeni bir Batman hazırlıyor. Daha gerçekçi ve daha karanlık, klasik Batman’in gotik havasından sıyrılmış daha modern bir yarasa. Tank gibi bir “Batmobil” , teknolojinin bütün nimetlerinden yararlanan bir Bruce Wayne. Christian Bale, Liam Neeson, Morgan Freeman, Gary Oldman, Tom Wilkinson, Ken Watanabe ve Michael Caine gibi efsanelerden oluşan kadrosuyla Batman Begins Amerika’da iki yüz milyon doların üstünde bir hasılatın yanı sıra çok olumlu eleştiriler alıyor. Yeni Batman’i oluşturan fikirleri, doğrusal olmayan yapısı ile  belki de ilk defa, büyük bütçeli bir çizgi roman uyarlaması seyircisini  tatmin etmeyi başarıyor.  Bu filmle birlikte, Nolan sinemasının temelini oluşturan yaratıcı fikirler, büyük prodüksiyon şirketlerinden tam not alarak Chris için daha büyük sorumluluklara dönüşüyor.


Darren 2008 yılında altı milyon dolar bütçeli The Wrestler ile kariyerine devam ediyor. Mickey Rourke ve Marissa Tomei’li kadrosuyla hayata tutunamamış bir güreşçinin sonunun anlatıldığı film iki oyuncuya da Oscar adaylığı getiriyor. Darren bu filmde de protogonistin duygularını  seyirciye birebir yaşatmaya devam ediyor. Neredeyse bütün film boyunca Mickey Rourke’u kamerayla takip eden Darren yönetmenlik açısından bir gövde gösterisi yapıyor. Bu kadar basit bir hikaye bile Aronofsky sinemasıyla buluşunca sonuç duygusal bir yoğunluk oluyor.  The Wrestler Amerika’da yirmi yedi milyon dolara yakın bir hasılat yapıyor. Mickey Rourke’un sanki bir maça çıkarmış gibi hissedip, çalıştığı et reyonuna girdiği sahne filmin en vurucu bölümlerinden.


Chris, Batman Begins projesiyle prodüksiyon şirketlerine rüştünü ispat etmişti. Artık, hayallerini hem senarist hem yönetmen hem de prodüktör olarak seyirciye sunmaya hazır. 2006 yılında The Prestige’i Christopher Priest’in aynı romanından uyarlıyor. Aslında şunu söylemek yanlış olmaz, roman ve senaryonun sadece başlangıç noktaları aynı: iki illüzyonistin ölümüne mücadelesi. Chris, romanın bütün dinamiklerini baştan yorumlayarak yepyeni bir hikaye kuruyor. Bu hikayeyi de doğrusal olmayan bir anlatımla kurgulayınca süprizlerle dolu bir film izleyiciyle buluşuyor. Christian Bale ve Hugh Jackman’lı kadrosuyla kırk milyon dolara çekilen The Prestige, Amerika’da elli üç milyon dolar hasılat elde ediyor. “ Are you watching closely?(Yakından bakıyor musunuz?) ” cümlesiyle başlayan film, hikaye anlatmanın bütün sınırlarını zorlar nitelikte: İki illüzyonistin mücadelesini kendi yazdıkları not defterlerinden takip etmemiz ve bütün filmin bir illüzyon gösterisi gibi kurgulanması Chris’in dahiyane fikirlerinden...


Popülarite anlamında, Nolan sinematografisinin en önemli parçası, hiç tartışmasız Batman: The Dark Knight. Chris, yüz seksen beş milyon bütçeli filmin hem yapımcısı hem senaristi hem de yönetmeni. Baştan yaratılan ve aynı Batman gibi modernize edilmiş  Joker karakteriyle The Dark Knight, Amerika’da beş yüz otuz milyon dolardan fazla gelir elde ediyor. İki buçuk saat olmasına rağmen asla düşmeyen bir tempo, çok etkileyici aksiyon sahneleri... Ama bunlar fikir adamı  için yeterli değil. Batman ve Joker ilişkisindeki bütün dinamikleri tekrar elden geçirip yepyeni bir yapı oluşturuyor Chris. The Dark Knight , daha çok mafya filmlerini çağırıştıran görkemli açılış sahnesiyle hemen seyirciyi kazanıyor. Bruce Wayne’in çatı katındaki kokteyl sahnesi ise Nolan sinemasının zirve noktalarından. 2009’da sekiz dalda Oscar adayı olan film en iyi ses ve en iyi yardımcı erkek oyuncu (Heath Ledger) Oscarlarını kazanıyor.


2011 Oscar ödül töreni yapılmadan önce, en iyi kadın oyuncu ödülünü kim alacak diye sorulduğunda hep aynı cevap alınıyordu: Natalie Portman! Darren uzun senelerdir hayalini kurduğu filmi en sonunda on üç milyon dolar bütçe ile çekmeyi başarıyor. Sonuç ise tartışılmaz: Amerika’da yüz milyon doların üstünde bir hasılat, en iyi kadın oyuncu,en iyi kurgu, en iyi sinematografi, en iyi şarkı ve en iyi yönetmen adaylıkları, bütün dünyada toplamda kazanılan otuz ödül. Black Swan’da mükemmel olmaya çalışan bir balerinin hikayesini yine Aronofsky stili ile izliyoruz. Karakter ve bütün ilişkileri o kadar ince detayına kadar düşünülmüş ki yüz beş dakika süre, toplam dört karakter ve diyaloglarıyla, Kuğu eskiden beri tanıdığımız,anladığımız biri oluyor. Darren beyaz kuğudan siyah kuğuya dönüşümü bütün sadeliği, gerçekliği ve tekinsizliğiyle seyirciye sunuyor.


Inception, Chris’in Memento’dan sonra çekmeyi planladığı bir projeydi. Küçüklüğünden beri aklında olan bir hikaye. 2010 yılında yüz altmış milyon dolar gibi devasa bir bütçeyle çocukluk hayalini geçekleştiriyor Chris. Bu noktayı iyi analiz etmek lazım: Batman gibi projeler zaten marka projeler. Çekilecek en kötü Batman filminin bile geri dönüşü olacağı kesin. Chris daha evvel de büyük bütçelerle çalışmıştı fakat ilk defa, sadece Nolan markasına dayanan bir fikirle bu bütçeyi alabilmesi prodüksiyon şirketinin ona ne kadar güvendiğinin  kanıtı. Leonardo Di Caprio, Joseph Gordon-Levitt, Tom Hardy ve Cillian Murphy’den oluşan kadrosuyla Inception, bütün beyinlerde soru işareti yaratmayı başarıyor. Filmde “ What’s the most resilient parasite? (En dayanıklı parazit nedir?)” sorusuna verdiği cevapla, Chris kendi alametifarikasının da altını çizmiş oluyor. Inception, Amerika’da üç yüz milyon dolara yakın bir hasılat elde ediyor. Karmaşık hikaye yapısına rağmen “blockbuster” olmayı başarabilen bir film.


Yolları ve stilleri farklı olsa da, hem Christopher Nolan hem de Darren Aronofsky zirveye adım adım yaklaşıyor.