Ne kadar gerçek o kadar hayal!
19 Şubat 2012 Pazar
Drive
2011 sinema sezonu en boş dönemlerden biriydi. Bu sayede ortalamanın üstündeki filmler daha çok ilgi çeker hale geliyor. 2006 yılı da böyle bir yıldı. Crash bile Oscar aldı. Bu seneki Oscar'ların adayları da ortada. Böyle bir zamanda gösterime giren Drive'ın da bundan yararlandığını söylemek lazım.
İsimsiz sürücü kardeşimiz komşusuyla girdiği gönül ilişkisi yüzünden karşısında mafyayı buluyor ve gereğini yapıyor.
Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn kariyerinde doğru adımlar attığını söyleyebilirim. Drive 80'ler atmosferi ( her ne kadar günümüzde geçse de ) ve aksiyon çekimleri olarak üst düzeyde bir yapım. Sıkıntı şurada: Film güçlü bir açılışla başlıyor fakat sonrasında ilk yarı bitene kadar hiçbir şey olmuyor. Temelde sürücü ile komşusu kadın ve çocuğuyla ilişkisi vurgulanmaya çalışılmış fakat adrenalin dozu yüksek girişten sonra gelen bu monoton süreç çok uzun kalmış. Filmin duygusal yapısını ve sürücünün ana motivasyonunun ne olduğunu görmemiz için uzatılan bu bölümler keşke biraz daha dolu olsaydı. Film, ikinci bölümde ise kovalamacanın başlamasıyla gücünü gösteriyor. Özellikle tercih edilmiş şiddet dozu yüksek sahneler ise filmin unutulmasını zorlaştırıyor.
Ryan Gosling gizemli, içinde bir canavar barındıran sürücü rolüne uymuş fakat şunu belirtmek lazım: Sürücü gerçekten güçlü ve ilgi çeken bir karakter, Ryan Gosling'in oyunculuk olarak bu karakteri sürüklediğini söyleyemem tam tersine karakter Ryan Gosling'i sürüklemiş. Bilmiyorum belki bu noktada biraz eleştiri yapılabilir fakat Gosling sevdiğim bir aktör dolayısıyla tarafsız yorum yapamayacağım. Yine de şunu söyleyebilirim: Oyunculuk olarak Half Nelson veya The Believer ile karşılaştırılamaz.
Bu ara her yerde karşımıza çıkan Carey Mulligan'ı sevmiyorum. Hep aynı gülümseme, hep aynı mimikler...
Filmin yıldızı ise tartışmasız Albert Brooks. Alışık olmamasına rağmen gelmiş geçmiş en psikopat kötülerden biri olmuş.
Sonuç olarak Drive bir şaheser değil ama özellikli ve görülmesi gereken bir film. Bana Cronenberg'in A History of Violence'sını hatırlattığını belirtmek isterim. Ayrıca sürücü ile ilerde de karşılaşacağımızı düşünüyorum. Bu karakterde daha işlenecek çok hikaye var gibi...
15 Şubat 2012 Çarşamba
Tinker Tailor Soldier Spy
Her yönüyle kasıntı bir film ile karşı karşıyayız.
Fikir şu: Nostaljik tatta bir ajan filmi, aksiyon, teknoloji veya kovalamaca yok! Herkes sakin ve birbirlerine silah doğrulturken bile kibar... Eser bu tarzın üstatlarından John Le Carre'den, yönetmen Let The Right One İn ile uluslararası üne kavuşan İsveçli Tomas Alfredson, kadroda ise Gary Oldman,Colin Firth ve John Hurt gibi ustalarla beraber Tom Hardy, Benedict Cumberbatch ve Mark Strong gibi yeni jenerasyonun yıldızları... İddialı!
Bütün bu artılara rağmen film çok sıkıntılı bir başlangıç yapıyor. Yönetmen zaten karmaşık olan hikayeyi anlatırken o kadar dağınık tercihlerde bulunmuş ki filmin ilk 40 dakikası konu ile cebelleşerek geçiyor. Bu usta kadro bile son derece donuk bir oyunculuk sergiliyor: Masa başında kasılmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar.
Soğuk savaş döneminde İngiliz Gizli Servisine sızan ajanı ortaya çıkarmak için George Smiley görevlendirilir. Gary Oldman bu yapbozu birleştirecek George Smiley rolünde.
Film, Tom Hardy'nin canlandırdığı Ricki Tarr karakterinin hikayeye dahil olmasıyla hızlanıyor ve etkili bir hale geliyor. Bize de şunu sormak kalıyor: Neden bu kadar bekledik? Bunun cevabı bence nostaljik olma inadı. Bu inat o kadar ön plandaki geri kalan her şeyi gölgelemiş.
Filmin tek önemli artısı Sherlock'dan sevdiğimiz Benedict Cumberbatch. Saçı,duruşu ve tavırlarıyla izleyiciyi tetikleyebilen tek karakter. Burada diğer bütün oyuncuların çok daha iyi performanslarını hatırlıyor olmamız da önemli bir etken.
Bütün eksilerine rağmen film 10 üstünden 7 alabilecek düzeyde ama fena sayılmayacak hikayesi, muhteşem oyuncu kadrosu ve iyi yönetmeniyle sadece bu kadar olması ilginç.
12 Şubat 2012 Pazar
9 Şubat 2012 Perşembe
Shame
Baştan +18 ibaresini yerleştirmekte fayda var. Sonra " Vay efendim! Devamlı pipi seyrettik! Yok böyle seks sahnesi de olurmuymuş, resmen porno bu! " falan demeyin. Eğer cinsellik ve çıplaklığa alerjiniz varsa kesinlikle uzak durun. Bu son uyarıdır...
Cannes'dan ödülle dönen Hunger'dan beri beklediğim bir projeydi Shame. Steve McQueen ve Michael Fassbender yine bir arada. Cinsel problemleri olan, sapıklık sınırlarında gezinen bir New York'lunun hikayesi.
Fassbender hafiften Bret Easton Ellis karakterlerini hatırlatan Brandon rolünde, Carey Mulligan ise sıkıntılı küçük kız kardeş...
Özel ve yaşanması gereken bir film Shame bu yüzden hikayeyi fazla anlatmayacağım ama içeriği itibariyle de tartışılacak çok noktası var Shame'in: Cinsellik,pornografi,ahlak ve ilişkiler... İzledikten sonra mutlaka birileriyle konuşmak isteyeceksiniz.
Bu kışkırtıcı hikayenin altında Steve McQueen ders kitaplarına girebilecek bir yönetmenlik yapmış. Teknik birkaç ayrıntıya değinmek isterim: Film vurucu açılış sahnesinin hemen ardından izleyiciyi yay gibi geren ve Brandon karakterini eksiksiz sunan " non-linear " bir sekansla devam ediyor. Teknik olarak izlediğim en iyi açılışlardan biriydi. Bu sekansın benzerini " 2. act'dan 3. act'a " geçerken de görüyoruz, sapkınlık ve utanç deliğinin dibine doğru yolculuk yaparken Brandon. Dvd'si çıkınca tekrar tekrar izlenecek, ameliyat edilecek ve çok şey öğrenilecek sahneler...
Teknik ukalalıkları bir kenara bırakırsam şöyle devam etmem lazım Michael Fassbender filmde her şeyiyle oynamış, yanlış anlaşılma olmasın tam anlamıyla her " şeyiyle "oynamış. Hakkını teslim etmek lazım. Akademiye de saygılarımı sunuyorum, adaylığını yemişsiniz.
Sonuç olarak Shame konu olarak son derece provakatif; sinemasal olarak derslik, özel bir film. İzleyin, konuşun, tartışın...
5 Şubat 2012 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)