Ne kadar gerçek o kadar hayal!

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Side Effects

Ne uzar, ne kısalır! Tam Soderbergh'in son dönemine uygun...


Kedi-fare, kurban, intikam denklemleri içinde bir film Side Effects. Psikiyatri ve farmakoloji dünyası içinde izleyeni önce biraz sağa götürecek sonra biraz sola ama nihai nokta her zaman para! Rooney Mara'nın canlandırdığı kızımız depresyondadır hatta intihara meyillidir. Kocasının hapisten çıkmasıyla Jude Law'un canlandırdığı psikiyatrdan yardım almaya başlar ve olaylar gelişir. 



Son derece tahmin edilebilir hikaye Soderbergh'in anlatımıyla belli bir standardı yakalamış ve iyi bir seyirlik olmuş. Hikayenin ilk act'ının biraz yavaş olduğu aşikar bence bu nedenden, süspensi biraz daha arttırmak adına Soderbergh filmi, hikayenin kilit noktasından bir sahne ile başlatmayı tercih etmiş. Yeterli mi? Nispeten...


Filmin akılda kalıcı olmasını sağlayan başlıca neden Rooney Mara'nın oyunculuğu ve güzelliği. The Girl with the Dragon Tattoo'dan sonra bir kez daha sınırda dolaşan bir karakter tiplemesinin hakkını vermiş. Diğer bütün karakterler ise ne yazık ki yüzeysel ve hatta yapmacık. Hele Zeta-Jones'un canlandırdığı Dr. Siebert karakteri tam içler acısı. Buradaki durum bana The Dark Knight Rises'daki Marillon Cotillard'ı hatırlattı. Sanki bütün çekimlerde uyarılmış aman düşük oyna! Aman belli etme! vb... İyi bir film ile ortalama bir film arasındaki fark da bu eksikler zaten. 

Son dönemdeki bütün filmlerinde olduğu gibi Soderbergh görüntü yönetmenliğini de kendi üstlenmiş. Yine bol bol sıcak renklerin kullanıldığı güzel kareler mevcut.

Sonuç olarak Side Effcets akmaz-kokmaz ama geride de çok bir kalıntı bırakmayacak bir film olmuş. Denenebilir, kesinlikle sıkmaz ama o kadar. 

15 Ocak 2013 Salı

Take Shelter

Eksikleri tamamlamaya devam ediyorum. Geçen sene pek çok festivalde gösterilmiş ve hatırı sayılır ödüller kazanmış bir film Take Shelter. Hikaye şu: Çalışkan ama dar gelirli sayılacak çekirdek ailemiz var. Çalışkan baba, özverili anne ve duyma problemi olan çocuk... Bir gece aniden baba anormaller rüyalar ve hayaller görmeye başlıyor bir fırtınaya dair. Şizofreni mi acaba? Gerisi ailenin yaşadıkları...


Basit ama iyi işlenmiş bir senaryo var. Kimi zaman geren sahneler, kimi zaman duygusallık... Michael Shannon fark yaratan bir performans ortaya koymuş. Dün en iyi kadın oyuncu ödülünü Zero Dark Thirty ile kazanan Jessica Chastain ile iyi bir ikili olmuşlar. 


Bu tip filmleri sevmemin nedeni sinemanın o kadar da karmaşık bir şey olmadığını göstermesi. Ne anlatacağını ve nasıl anlatacağını iyi düşünür ve tasarlar isen çok kompleks hikayelere gerek olmadığının kanıtı gibi. Karakterler arasındaki dinamikler güzel ayarlanmış. Finale yaklaştıkça ne olacağını hep ailenin üzerinden düşünüyoruz. Bu da gerçekten çok iyi bir yönlendirme olmuş.

Yönetmen Jeff Nichols takibi hakkediyor. 


3 Ocak 2013 Perşembe

2012'de Okunanlar

Post-askerlik sendromu, tatildi, işti derken bir sene daha geride kaldı. Nicelik olarak okunan kitap sayısında düşüş olsa da belli bir nitelik standardını korumayı başardığımı düşünüyorum. Kısaca bakalım:




Paul Auster-Yanılsamalar Kitabı: Aralık sonunda Erzurum Aziziye İlçe Jandarma Karakolunda başlamıştım. Unutmak kolay değil yani... Klasik Auster: Ekzantirik karakterler, rastlantılar...








Jeff Abbott-Panik: Karakolun ultra gelişmiş kütüphanesinde bulduğum bir kitaptı. Orta üstü klasik bestseller, vaktim yok öldürmekten diyenlere önerilir.






Christopher Vogler-Yazarın Yolculuğu: Robert Mckee'nin Story'si ile birlikte Hollywood sitili senaryo yazımının kutsal kitaplarından. Yazı işine yeni başlayanlar için ideal olabilir.







Chuck Palahniuk-Ölüm Pornosu: Güzel vatanımda mahkemelik olan bir kitap daha. Palahniuk kutsallara sallamaya devam ediyor. Eski kalitesinde olmasa da deha kırıntıları gösteren bir hikaye. 




Joey Goebel-Anormaller: Bu sene tanıştığım yazarlardan ilki. Farklı Amerikan Rüyası hikayeleri, saçmaya yakın karakterler, manasız bir hikaye... Her sene en az bir Goebel okumayı hedefliyorum. Tavsiye edilir.





Don Dellilo-Cosmopolis: Sinemada gitmeden önce bir daha okumanın iyi olacağını düşünerek geçen sene olduğu gibi yine listeye girdi Cosmopolis. Don Dellilo'nun romanı 2000'li yılları anlatan en iyi kitap, tartışmasız.





Doğu Yücel-Varolmayanlar: Genç Türk yazarlara desteğe devam. Güzel ayrıntılar barındıran fena sayılmayacak bir fantezi. 






Frederic Beigbeder-Romantik Egoist: Seks, alkol, para ve hüsran hikayelerine devam ediyor eski reklamcı yeni "edebiyatçımsı" Beigbeder ağabeyimiz. Sıkmaz, okunur. Fazla da anlam yüklemeye gerek yok.




Etgar Keret-Buzdolabının Üstündeki Kız ve Nimrod Çıldırışları: Saçma hikayelerin, anlamsızlığın geldiği son noktadaki yazarı Etgar Keret kaldığı yerden devam ediyor. Şunu sorun kendinize: İki sayfalık bir hikaye ne kadar saçma olabilir? Sonra herhangi bir Etgar Keret kitabı alın, okuyun. Cevabı göreceksiniz...





Jonathan Caroll-Kahkahalar Ülkesi: Fantazya hikaye geleneğinde önemli bir yeri olan bu romanla da tanışmak bu seneye kısmetmiş. Zamanına göre yaratıcı olduğu kesin. Bugün içinse sadece nostalji yapmak için okunur.



Philip K. Dick-Simülakra:  Bilim-Kurgu bu adam olmasaydı ne olacaktı diye düşünmemenin imkanı yok. Yine zamanının çok ötesinden dahilik,delilik, saçmalık üçgeninden bir roman. Büyük şirketler, büyük komplolar, zaman makinesi, mutasyona uğramış insanlar... 






Z. A. Recht-Cehenneme Sığmayanlar: Zombi hikayelerini iyi kötü ayırt etmeden okurum. Bu da onlardan biri. World War Z'ye göre zayıf.




Jean Christophe Grange-Sisle Gelen Yolcu: Yaz geldi mi Grange okunur! Bu bir ritüel oldu artık. Şeytan Yemini'nden beri daha sıradan işler yapan Grange bu sefer daha detaylı ve güçlü bir roman yazabilmiş. Tempolu ve okuması kolay heyecanlı bir hikaye.





China Mieville-Şehir ve Şehir: Okuduklarım içinde bu senenin en iyisi. Filme çekilmesi imkansız denen romanlara bir örnek daha. İç içe iki şehir ve bir cinayet. Farkındalık ve algı yönetimine dair en güçlü metinlerden biri olmuş bence.





J. G. Ballard-Gökdelen: Yine bir modernizm eleştirisi, kast sistemi, sınıf farklılığı sonrasında kan gövdeyi götürür. Ballard'ın pesimistliği bulaşıcıdır. Dikkat etmek lazım.





George R. R. Martin- Taht Oyunları ve Kralların Savaşı: Artık seri kitaplardan uzak duracağım dediysem de olmadı. Yavaş yavaş işledi kanıma Serhan Giray sağolsun, sonuç ufak bir bağımlılık daha. Nasıl biteceğine dair yazarın dahi bir fikri olmadığı söylentisi ortalıkta gezinse de okumaya değer. Kalınlıklarına aldanmayın hap gibi gidiyor.




2 Ocak 2013 Çarşamba

Life of Pi

Filmi çekilemeycek romanların başında yer alan Life of Pi, Ang Lee tarafından uyarlandı. Bir cankurtaran sandalı ve kurtulan iki kazazede: Bir genç, bir de Bengal kaplanı nam-ı diğer Richard Parker...




Yapımın saygıyı hakkettiği kesin fakat beni tatmin etmediğini belirtmem lazım.Pek çok ayrı filmden ve hikayeden oluşan kolaj gibi bir yapısı vardı. Filmin açılışı Hindistan'da geçen bir Jean Pierre Jeunet eksantirikliğine sahip: Biraz Amelie biraz A Very Long Engagement hatta Micmacs. Devamında biraz Sucker Punch biraz da The Fall...


Filmin en temel eksiği açılışta ortaya koyduğu önermenin finalde kanıtlanmaması. Hatta önermenin yersiz, anlamsız kalması. İlk yarıda ısrarla üzerinde durulan, her dine mavi boncuk dağıtan inanç ekseni filmin ikinci yarısından itibaren önemini yitiriyor ve bence finaldeki dramı da azaltıyor ve törpülüyor. Romanda durumun nasıl olduğunu merak ediyorum.



Teknik olarak film kusursuzluğa yakın. Muhteşem görüntüler ve ses düşünmeye pek fırsat tanımadan insanı içine alıyor. Rengarenk bir rüya gibi...




Şu bir gerçek: The Fall ile pek çok nokta da birbirlerine benziyorlar fakat Life of Pi'nin sahip olduğu hikaye sonu itibariyle daha vurucu olmaya muktedir. Buna rağmen, ne yazık ki The Fall kadar etkileyici olamadı bence. Belki de bu benim kuşkucu ve zayıf inançlı karakterim yüzündendir. Bilemedim... Tree of Life'da da benzer bir durum olmuştu.

Sonuç itibariyle izlenmesi gereken bir film Life of Pi...