Ne kadar gerçek o kadar hayal!

12 Mart 2012 Pazartesi

Berk Çakar'dan Festival Seçkisi

Bu kadar iddialı bir girişten sonra en azından bir bardak su içmekte fayda var.

Afiyet olsun!

İstanbul Film Festivali 200'den fazla film ile güçlü bir program oluşturmuş. Haklarını verelim. Genelde festivallere sevgili kız arkadaşım Neslihan Güngör'le iştirak ederim fakat kendisi bu festival süresince mevcut olamayacak. Diğer bir festival kankam Cem Gürsel ise L.A'e taşındığından dolayı bu sene tamamı ile Serhan Giray'in sıcak kollarına kalmış vaziyetteyim. Bu da festivalin gücüne güç katıyor bence. Tek seçeneğim hakkında kötü bir yorum yapmamı beklemiyorsunuz herhalde?

Bu sene, kimi zaman güldürecek kimi zaman melankoliye sokacak kimi zaman isyan ettirecek kimi zaman da korkutacak bir seçki hazırladım. Dünyanın dört bir köşesinden hikayeler bekliyor bizi. 

Seçkimin 1. sırasında 2007 yılında Reprise ile Altın Lale'yi alan Joachim Trier'den Oslo,31.August var. Nordik estetiği, melankoli ve varoluşsal sıkıntılar...


A Film With Me In It ve Perrier's Bounty'den sonra Ian Fitzgibbon Death of a Super Hero'yu çekmiş. Trailer'ını falan bulamadım ama güvenim sonsuz dolayısıyla seçkimin ikinci sırasında yer alıyor.

Jo Nesbo'nun kitabından uyarlanan Hodejegerne yeni bir dövmeli kız vakası olabilir.


Bill Nighy, Tom Wilkinson, Judi Dench ve Maggie Smith! Bütün iyi filmlerin yan rollerinde mutlaka bu ustalardan biri vardır. The Best Exotic Marigold Hotel saygıdan da olsa mutlaka görülmesi gereken bir film.


Seçkimin beşinci sırasında yine bir usta var. Daha evvel de trailer'ını koymuştum. Tony Kaye ve Detachment!


Yine Norveçteyiz, Stellan Skargarsd yine kötü adam. Başka hiçbir şeye gerek yok, izlenir...


Seçkimin yedinci sırasında İrlanda'dan Kill List var. 



Seçkimin son sırasında bu senenin efsaneleri arasına giren Serbuan Maut var. Galli Gareth Evans'ı yakından takip ediyoruz.


Bu yazdıklarımı ciddiye almayacağınıza inanıyorum. Bu listede olanlardan birine gidecekseniz mutlaka iletişim kuralım...

3 Mart 2012 Cumartesi

The Descendants

Aldatma var, ölüm var, intikam var, aile sendromu var... Fakat bütün bunları bir tebessüm ile izliyorsunuz. The Descendants tipik bir Alexander Payne filmi.


Trajik bir kaza sonucu karısı komaya giren Matt King bu yetmezmiş gibi bir de aldatıldığını öğrenir. Filmde Matt King'in iki kızıyla beraber yeni hayatlarına hazırlanışını izliyoruz.


The Descendants tam bir karakter ve oyuncu filmi. George Clooney aynı Up in the Air ve Syriana'da olduğu gibi filmin kalbi. Alıştığımız mimikleri ve jestleri ile bir orkestra şefi gibi idare ediyor hem izleyiciyi hem filmi.


Alexander Payne her filminde olduğu gibi The Descendants'da da oyunculardan tam performans almayı başarmış. Genç oyuncular Shailene Woodley, Amara Miller ve Nick Krause'de buna dahil.


Bazen gerçekten ne anlattığınız değil nasıl anlattığınız daha önemlidir. Basit bir hikaye nasıl bu kadar etkileyici olabiliyor? Çok iyi düzenlenmiş bir senaryo var ortada, baba ve iki kız arasındaki dinamikler çok doğru ayarlanmış. Ablanın asiliği, küçük kardeşin ettiği küfürler, babanın olayların akışına hakim olamaması ve ne kadar doğru hareket etmek isterse o kadar batması... Bu ailenin yanına eklenmiş olan Sid ise tam bir katalizör karakter örneği: Yaptığı her hareket ile seyirciye verilmek istenen mesajı güçlendirerek ulaştırıyor. 


Mekanlar ve müzikler o kadar iyi seçilmiş ki filmde en ufak bir kasvet oluşmasını engelliyor.

The Descendants, hüzünlendirdiğinde bile tebessüm ettirecek bazen kahkaha attıracak ama hepsinden önemlisi çıktığınızda mutlu edecek bir film.