Ne kadar gerçek o kadar hayal!

28 Aralık 2012 Cuma

Jack Reacher

Bazen klişeler güzeldir. Bazen fazla düşünmeden film izlemek gerekir. Sinema bu ara hep karanlığın hatta daha karanlığın peşinde. Tom Cruise, bu ortamda Knight and Day ve Mission Impossible: Ghost Protocol gibi daha basit kalan ama sağlam aksiyon filmleri yaptı. Jack Reacher' de bunun devamı gibi düşünülebilir.


Elimizde Lee Child'ın roman serisinden tanıdığımız bir karakter var: Jack Reacher. Filmde başka bir nüans olduğunu söylemek de çok zor. İşte bazen tek bir karakter bütün bir hikayeyi, bütün bir filmi sürükleyebilir hatta geri kalan zayıflıkları görmezden gelmemize neden olabilir. 


Daha çok senarist yönüyle tanıdığımız Christopher McQuarrie yönetmen koltuğunda. Tom Cruise'un yanında Rosamund Pike, Richard Jenkins ve Werner Herzog var. Bir keskin nişancı, şehrin ortasında beş kişi öldürür ve gerisi komplo komplo üstüne. Jack Reacher fazla hikaye derinliği barındırmasa da özellikli karakterinin hikaye dinamiği içindeki duruşu, kararları ve hareketleri ile fark edilir bir filme dönüşüyor. Açılış sekansları film ile seyirci arasındaki bağlantıyı kurma açısından çok önemlidir. Jack Reacher'ın açılışı filmin bütün vaatlerini izleyiciye geçirme açısından gerçekten çok başarılı: Karakter pek çok yönüyle, yapacakları ve yapamayacakları ile anlaşılıp seyircinin gözünde üç boyutlu bir hale geliyor. Aynı şekilde filmin finaline doğru giderken Reacher ile kötü adam arasında gerçekleşen telefon konuşmaları silsilesi de akılda kalacak sahnelerden.

Sonuç olarak Hollywood standartlarında çekilmiş Tom Cruise- Jack Reacher uyumuyla güçlenen, fazla bir beklenti içine girilmeden izlenmesi gereken eğlenceli bir film var karşımızda. Devamının geleceğinden şüphem yok...



2 Aralık 2012 Pazar

Argo

1979 İran, Amerikan konsolosluğu işgal ediliyor. Altı kişi kaçmayı başararak Kanada konsolosunun evine sığınıp saklanmaya başlıyor. Tahran'a bir kurtarma operasyonu şart! Ama nasıl?


Argo'da Ben Affleck hem yönetmen hem de başrolde aynı The Town'da olduğu gibi. Üç yönetmenlik ve sayısız oyunculuktan sonra şu bir gerçek bence: Ben Affleck'in yönetmenliği oyunculuğunun çok önünde...



Argo, güçlü temposu ile hafiften kara mizahı harmanlamış bir yapım. İki saatlik süresi boyunca seyircinin ilgisini üst düzeyde tutmayı başarıyor. Hikaye üç ana düzlemde ilerliyor: İlk düzlem Hollywood'da sahte filmin hazırlıkları, burada Alan Arkin ve John Goodman var. Diğer düzlem Tahran'da yaşananlar, burada In Search of a Midnight Kiss ve Monsters gibi bağımsız yapımlardan tanıdığımız Scoot McNairy ön plana çıkıyor. Son olarak CIA'in kendi içinde yaşadığı sıkıntılar, burada da tecrübeli ve artık kültler arasına giren Bryan Cranston var. Filmin o kadar büyük ve kompleks bir hikayesi yok fakat bu üç düzlem arasındaki dinamikler o kadar iyi kullanılmış ki film sizin başka bir şey düşünmenize izin vermiyor ve sonuç olarak da beğenseniz de beğenmeseniz de sıkılmayacağınız bir film ortaya çıkıyor. 


Biraz yönetmenlik ve teknik detaylara girmek lazım. Film çok iyi bir açılış sekansı ile başlıyor: Storyboard şeklinde hazırlanmış tarihsel bilginin hemen ardından konsolosluğun işgali geliyor ki Filmin sonunda da görebileceğiniz gibi bu sahneler mümkün olduğunca gerçek fotoğraf ve görüntülerden yola çıkılarak hazırlanmış. İncelikli bir çalışma olduğunu kabul edip hakkını vermek lazım. İkinci act'ın ortalarında yani film arasından hemen önceye denk gelen "okuma" sekansı da özel bir ilgiyi hakkediyor: Bir tarafta konsolosluğu kontrol edenlerin yaptığı basın açıklaması diğer tarafta sahte filmin basın önünde okunan senaryosu... Etkileyici.

Filmin görüntü yönetmeni ile sanat yönetmenini de atlamamak lazım. Dönemi gerçekten hissettiriyorlar. 

Gone Baby Gone, The Town ve Argo'dan sonra Ben Affleck'in çok daha büyük bütçelere hazır olduğu bir gerçek. Yeni projeleri için The Justice League ve King'in efsanevi The Stand'inin geçmesi bunun kanıtı zaten.


Son olarak, Orta Doğu'nun yine yeni yeniden bir kriz içinde olduğu şu günlerde bu filmin arkasında siyasi bir neden, bir tür propaganda arayacaklar mutlaka olacaktır ki bunun olma ihtimali de yadsınamaz. Filmin içinde ufaktan Amerikan politikalarının eleştirileri mevcut ama bireysel anlamda da Amerikalılığı bir yüceltme durumu  da var fakat bunun rahatsız edici oranda olduğunu düşünmüyorum. Ne olursa olsun Argo izlenmeyi hakkeden bir yapım.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Another Earth

Hikaye şu: Kızımız başarılı ve umut vaat ediyor, üniversiteye gidecek. Kutlama için katıldığı bir partinin dönüşünde biraz yeni bir Dünya'nın ortaya çıkışından biraz da alkolden kazaya sebebiyet veriyor. Gerisi İkinci Dünya, ikinci şans ve kefaret ile ilgili...


Another Earth'ün başrolünde Brit Marling, yönetmen koltuğunda Mike Cahill var. Senaryo ise ikisinin ortak çalışması.

Ben bu filmi son dönemde popüler olmaya başlamış bir akımın temsilcisi olarak görüyorum. Bir nevi duygusal bilim-kurgu. Aynı Melancholia, Take Shelter, Perfect Sense ve 4:44 Last Day on Earth gibi. Bu saydığım diğer filmlerle ilgili de yazmaya çalışacağım en kısa zamanda.


Bağımsız olmasından mütevellit beğenmeye çalıştığım bir film fakat buna rağmen doyurucu olduğunu söylemek çok zor. Bunun temel nedeni neredeyse herhangi bir yan hikaye olmaması. Kör hademe ile bu yumuşatılmaya çalışılmış ama başarılı olamamış. Film ortalarından itibaren hareket ve konu eksikliğinden sıkıcı olmaya başlıyor. Keşke kısa film olarak düşünülseymiş.

Another Earth bu tarzı sevenlerin izleyebileceği geri kalanların ise muhtemelen uyuyacağı bir yapım.  





16 Kasım 2012 Cuma

Cloud Atlas

Altı farklı hikaye, altı farklı zaman, altı farklı "genre"... Bulut Atlası sinemaya uyarlanması en zor romanlardan biriydi. David Mitchell'ın altı küçük hikayesi birleşip epik bir romana dönüşüyordu.

Cloud Atlas'ı iyi veya kötüden ziyade cesur ve meydan okuyan bir film olarak kabul etmek lazım. Yönetmen ve yapımcı koltuklarında Andy ve Lana Wachowski ile Tom Tykwer var. 

Filmin tebrik edilmesi gereken en önemli unsuru altı hikayenin birleştirilebilip tek bir senaryo içinde eritilebilmesi. Kitapta altı hikaye de ayrı ayrı anlatılıyor. Bu şu demek: Altı ayrı hikaye dinamiği mevcut, yükselişler, inişler, kırılma anları vb... Yönetmenlerin, romanın ana duygusunu çok iyi anladıkları ortada ve bu sayede de hikayelerin ortak noktalarını çok iyi birleştirip konvansiyonel sinema ve senaryo geleneğine uygun tek bir hikaye dinamiği yaratabilmişler. 

İşin en zor kısmı bitmişken; tek olmaması gereken, tek yapmamaları gereken "hata" ortaya çıkmış. Ben bu hatayı şöyle isimlendiriyorum: Fazla Amerikalılık (her ne kadar Tom Tykwer Alman olsa da) veya fazla Hollywood kültürü. David Mitchell'ın romanını oluşturan altı hikayenin en temel özelliği mütevazi olmaları. Bu altı gerçekçi ve mütevazi hikayeden oluşan romanı bitirince damağınızda kalan tat aslında epik. Peki yönetmenlerimiz ne yapmış? Hikayeleri ufak değişikliklere uğratarak (ki uyarlama senaryolarda normaldir) ana senaryoyu epik bir duruma büründürmüşler. Bu durumun filmin en temel eksisi ve hatası olduğunu düşünüyorum. Film özellikle ikinci yarısında "Bana bak seyirci! Ben epik bir hikaye anlatıyorum! Duygulan hadi!" diye bağırıyor.

Film görsel açıdan her Wachowski yapımı gibi üst düzeyde. Geçmiş, günümüz ve gelecek en detaylı biçimde şekillendirilmiş. Mekanlar ve kostümler etkileyici.

Bütün film boyunca hiç susmayan bir müzik var ve bu filmi 160 küsur dakikalık bir montaj sekansına dönüştürüyor. Biraz zorlama olduğunu kabul etmek gerek.

Yıldızlar Tom Hanks ve Halle Berry gibi gözükse de filmden sonra aklınızda Hugo Weaving ve Ben Whishaw'ın kalacağını iddia ediyorum, özellikle Old Georgie...

Sonuç itibariyle Cloud Atlas, fazla cesaret ve hırs yüzünden zayıflamasına rağmen son dönemdeki en farklı ve ilerde de fark yaratacak bir yapım. 


14 Kasım 2012 Çarşamba

Skyfall

Casino Royale ile başlayan, Quantum of Solace ile devam eden Bond'un "olma" dönemi Skyfall ile tamamlanıyor.


Türkiye'deki görevinde ölümle yüzleşen James Bond kendini M'e karşı gerçekleştirilen komplonun tam ortasında buluyor. 

Gelmiş geçmiş bütün Bond filmlerinden daha iyi bir hasılat yapacak gibi gözüküyor Skyfall. Peki, gerçekten bu kadar iyi mi?

Karşımızda son derece kompakt bir film var aslında: Çok büyük gizemler veya inanılmaz aksiyon sahneleri yok fakat yönetmen Sam Mendes'in çok akıllı tercihler yaptığını belirtmem lazım. Casino Royale ve Quantum of Solace'da unutulmuş olan mekan estetiği Skyfall'un can damarı. Yeni MI6 binası, gökdelen, sandal ile gidilen kumarhane, boşaltılmış ada ve tabii ki de Skyfall... Bütün mekanlar o kadar güzel tasarlanmış ki seyirci ne olacağına değil ışıklara ve renklere takılıyor, mekanların görkemine kapılıyor ilk başta. Bütün unutulmaz Bond filmlerinin de ortak noktalarından biri enteresan ve görkemli mekan tercihleri aslında: Dr No'nun adasını veya yanardağ içine saklanmış gizli üssü kim unutabilir ki?

Filmin ikinci önemli unsuru da Nolan'ın Batman'inden esinlenildiği saklanmayan kötü adamımız. Javier Bardem ve Silva uyumu hat safhada. Biraz Joker biraz Bane... Her ne kadar yaptığı plan, görünüşü kadar şeytani olmasa da Javier Bardem'in oyunculuğu sayesinde kolay unutulmayacak bir kötü adam var karşımızda.


Skyfall ile birlikte klasik Bond kadrosu tamamlanmaya başlıyor. Moneypenny güzel bir sürpriz olarak karşımıza çıkıyor. Bond-Q atışmalarını özlemiştik. Yeni jenerasyonun özellikli oyuncularından Ben Whishaw bu role uymuş gibi duruyor.


Bu blogda daha önce de yazmıştım: Judi Dench en sevdiğim aktristlerden. M ile Judi Dench uyumu 90'lı yıllardan beri Bond filmlerinin en temel dinamiklerden biri. Casino Royale ile yeni bir çağa giren Bond serisinin yeni bir M yaratması kaçınılmazdı aslında. Bunu yaparken de çok akıllı bir yol izlediklerini düşünüyorum. James Bond'un olgunlaşma sürecinin en önemli halkası Skyfall, Bond ve M üçgeninde gerçekleşiyor. Yeni M içinse üstat Ralph Fiennes'dan daha iyisi düşünülemezdi.

Skyfall, Bond'un kökenine dair de getirdiği açıklamalar ile Casino Royale ile başlayan yeni jenerasyonun tamamlanmasını sağlayan bir film. 21. yüzyıla uygun karanlıkta fakat eski Bond'ların da tadını andırıyor, verebiliyor ve yenisini merak etmeye itiyor.

18 Ekim 2012 Perşembe

Looper

2074'de, mafya infaz edeceği adamları otuz yıl öncesine, elinde silah hazırda bekleyen tetikçilerin önüne ışınlıyor. Kendiniz ile karşılaşmaya hazır mısınız?


70'ler havasında bir distopya bekliyor bizi. Atmosferin etkileyici olduğunu belirtmem lazım. Bir tarafta genç Joe (Joseph-Gordon Levitt) diğer tarafta yaşlı Joe (Bruce Willis) şehrin altını üstüne getiriyor. Looper, kendinden önceki zamanda yolculuk hikayelerini başarıyla harmanlayıp üzerine de heyecan uyandırıcı bir aksiyon eklemiş. 


Filmin yazar ve yönetmeni Rian Johnson önümüzdeki yılların en güçlü hikaye anlatıcılarından biri olmaya aday ve Looper ile bunu iyi pekiştirmiş durumda. Hikayenin, karakterler arası dinamikleri çok güçlü bir şekilde bağlanmış. Hikayenin ve karakterlerin arkasında ince bir işçilik ve sıkı bir çalışma olduğu kesin. Bütün bunlar da çok yenilikçi diyemeyeceğimiz hikayenin solmasına engel olmanın yanında adeta açmasına ve parlamasına neden oluyor.


Looper hem kaliteli bir aksiyon hem de önemli bir "storytelling" örneği. İlerde detaylı bir analizi kesinlikle hakkediyor. İzlememek ayıp olur.


15 Ekim 2012 Pazartesi

Taken 2

Kızı kaçırılan bir babanın Paris'in altını üstüne getirişini heyecanla izlemiştik. Taken, basit ve alışageldik senaryosuna rağmen sağlam dinamikleri ve aksiyonuyla beğenilmiş ve kendine özgü bir hayran kitlesi yaratmıştı. Burada Liam Neeson sempatisi ve yönetmen Pierre Morel'in tempolu çekimlerinin önemli bir payı vardı.

Hatırı sayılır bir hasılat elde eden filmin devamı kaçınılmazdı.

Taken 2, Liam Neeson ve ailesini İstanbul'da bir araya getiriyor ve peşlerine de ilk filmdeki kötü adamların ailelerini takıyor. Yönetmen koltuğunda Luc Besson'un yancılarından Olivier Megaton var.

Üzerine hiçbir şey koymamış, tam aksine mevcut olan güzellikleri de bozmuş bir yapım ile karşı karşıyayız. Öyle ki filmi tekrar kurgu odasına göndermek lazım.Detaya inip daha da fazla eleştiri yapmak istemiyorum ilk filme saygımdan. İstanbul konusuna ise hiç değinmeyeceğim bile...


Her şeye rağmen izlerim diyenlere uygun bir film Taken 2.


8 Ekim 2012 Pazartesi

To Rome with Love

" Artık senaryoya ihtiyaç bile duymuyorum. Ne anlatsam film yapabilirim ve belli bir standardı yakalayabilirim." Woody Allen'in To Rome with Love için kuracağı cümlenin bu olduğunu zannediyorum.


Dört hikayenin anlatıldığı bir film ile karşı karşıyayız: Gençlik hatası ile yüzleşen bir mimar, köyden şehre gelen bir çift, bir anda ünlü olan sıradan bir memur ve kızlarının nişanlısıyla tanışmaya gelen ebeveynler...


Ve bu dört hikayenin etrafındaki ünlüler geçidi: Roberto Benigni, Alec Baldwin, Jesse Eisenberg, Penolope Cruz, Ellen Page...

Kadın-erkek ve ilişki temaları ile bunların etrafındaki dinamikleri en iyi anlatan yönetmen olma özelliğini devam ettiriyor Woody Allen. 

Midnight in Paris'den sonra To Rome with Love'da da usta görüntü yönetmeni Darius Khondji iş başında. Hikayenin zayıfladığı veya özelliğini yitirmeye başladığı zamanlarda güzel renkler ve görüntüler sizi filmin içinde tutmaya devam ediyor.


Woody Allen sineması içinde çok önemli bir yerde olmayacağı kesin ama yine de izlemesi zevkli bir film To Rome with Love. 

1 Ekim 2012 Pazartesi

Dredd 3D

Mega City 1'de sıkıntı var. Algıyı yavaşlatan "slo-mo" şehre hakim olmak üzere. Bir tarafta bu uyuşturucuyu üreten çete diğer tarafta Yargıç Dredd...


Dredd 3D, The Raid: Redemption ile aynı dinamiklere dayanan bir hikayeye sahip. Neredeyse eş zamanlı çekilen iki filmin bu kadar birbirine benzemesi çok enteresan. Filmler arasındaki temel fark The Raid dövüş sahneleri ile öne çıkarken Dredd'te özellikli bir görsellik ve hakkını veren bir üç boyut kullanımı var. Tercih edilen renk skalası, özellikle "slo-mo" kullanıldığında  girilen atmosfer insanı içine alan cinsten.



Hikaye, heyecan ve tempo olarak yükseklerde olmasına rağmen ufak bir oyun, trik barındırsaydı çok daha güçlü bir hale gelebilirdi.

Karl Urban,çizgi romandaki meymenetsiz Dredd'e yakışmış.


Çetenin başı Lena Heady ise fazla özellikli bir karakter olmamasına rağmen güçlü bir etki bırakmış.

Dredd 3D her ne kadar gişede hayal kırıklığı yaratsa da son dönemdeki başarılı "remake"lerden. Bol aksiyon, bol şiddet... Kafa boşaltmak için ideal.


24 Eylül 2012 Pazartesi

Ted

Konsept basit: Küfür eden, bel altı şakalar yapan, esrar içen peluş ayı var ve biz de gülüyoruz.


Ted, klasik sevgili ile arkadaşı arasında kalan kahramanın komik hikayesi. Ortada Mark Wahlberg bir tarafta Mila Kunis diğer tarafta Seth MacFarlane'in seslendirdiği Ted...


Family Guy ve American Dad iyi işlerin yaratıcısı Seth MacFarlane yine kalburüstü bir yapım çıkarmış ortaya. Filmin özellikle ilk yarısı çok komik anlar barındırıyor.  İkinci yarı biraz düşüşe geçse de son birkaç sahne ile durumu kurtarıyor.


Ted, son dönemin Hangover'dan sonra sadece yetişkinler için olan en iyi komedi filmlerinden...


21 Eylül 2012 Cuma

The Tall Man

Düşüşteki bir kasaba,  kaybolan çocuklar ve bir sır...


Pascal Laugier, Martyrs ile özellikli bir sinemacı olduğunu göstermişti. Şimdi Jessica Biel'li The Tall Man ile vizyonda. 


Karşımızda sıradan hatta alışılageldik bir hikaye var. Aynı Martyrs'de olduğu gibi! Ve tıpkı Martyrs'de olduğu gibi Pascal Laugier perspektif farkı koymayı başarmış. Hikayenin hangi düzlemden anlatıldığı ve bağlandığı sonuç gerçek bir "storytelling" örneği. İşin püf noktası ne anlattığından ziyade nasıl anlattığı...

Anlatımdaki perspektif farklılığı, kullanılan kamera açıları, tercih edilen görsellerle ve renk skalası ile o kadar iyi desteklenmiş ki ortaya akılda kalacak ve kolay kolay unutulmayacak iyi kotarılmış bir film çıkarmış.


Yönetmen Laugier türler arasında da dolaşmış The Tall Man'de. Eğer gidecekseniz veya izleyecekseniz sadece belli aralıklarla size "bööööö" yapan bir korku filmi beklemeyin. Film klasik korku dinamikleri ile başlasa da ikinci yarından itibaren dramaya dönüyor.

Hikayenin sonu etik açıdan tartışmalı fakat The Tall Man bir fikri olan ve bütün yapısını bu fikrin çevresinde geliştirmiş ve başarıyla sunmuş bir yapım.


Son olarak, Pascal Laugier kesinlikle takip edilmesi gereken bir sinemacı.




1 Eylül 2012 Cumartesi

The Bourne Legacy

İlk üçlemeye duyduğum saygıdan yeni Bourne'a da ilk gün gitme gereği gördüm her ne kadar ilk yorumlar kötü olduğunu söylese de.


Böyle filmleri izlediğim zaman Hollywood'da bir kontrol mekanizması olup olmadığını düşünüyorum. Birisi de çıkıp " biz ne yapıyoruz? " demiyor mu acaba?



Filmin künyesine baktığımızda kağıt üzerinde her şey yerli yerinde: Yönetmen koltuğunda önemli senaristlerden ve ilk üçlemenin de yaratıcılarından Tony Gilroy var. Yeni ajanımız yükselişteki yıldız Jeremy Renner. Kadroda Rachel Weisz ve Edward Norton var. Buradan bakınca ne kadar kötü olabilir sorusu ister istemez akla geliyor.

Şöyle bir cevap verebilirim: Gerçekten kötü! Karşımızda ne anlattığını, nasıl anlattığını bilmeyen bir film var. Bence bunun altında hikayenin fazla ciddiye alınmış olması yatıyor. Sıkıntı şu: Ne yazık ki filmin güvenildiği ve üzerinde durulduğu kadar güçlü bir hikayesi yok.


The Bourne Legacy, ilk üçleme ile paralel bir zamanda geçiyor. Jason Bourne skandalı ile birlikte kurum, programın açıklarını kapatmaya, ortada iz bırakmamaya çalışıyor. Bir nevi tasfiye süreci başlatıyor. Aaron Cross da  Dr. Marta Shearing desteği ile ayakta kalmak için mücadele ediyor.


Bir türlü başlayamayan bir film ile karşı karşıyayız. İlk 30 dakika o kadar gereksiz harcanmış ki çok sıkıcı! Anlatılmak istenen şu: Tasfiye süreci başladı! Bunu anlatmak için yapılan tercihler filmin zaten çok düşük bir seviyeden başlamasına sebep oluyor. İlerleyen süreçte, ilk yarının sonlarına doğru ivmelenme başlasa da ikinci act'ın ortaları yine lüzumsuz ve heyecanı düşüren tercihlerle dolu: Film bir yerde öyle bir noktaya geliyor ki izleyici her şeyi biliyor, kurumun ajanları bilmiyor ve araştırma yapıyorlar. Aslında çok tipik bir sekans, görüntüler inceleniyor, dinleme yapılıyor vb... İzleyiciyi heyecanlandırması gereken bu işlemler tam tersine sıkıcı bir hava yaratıyor çünkü seyirci zaten ne olduğunu biliyor!

Bu kadar büyük bütçeli, önemli insanların çalıştığı yapımlarda bu tercihlerin nasıl yapıldığını anlamak güç. Aslında demek istediğim şu: Aynı hikaye, aynı kadro ile sadece bazı tercihleri değiştirerek çok daha iyi bir film ortaya koymak mümkündü.

Bourne'un mirasın iyi yönetilmediği ortada. Buna hiç bulaşmadan eski üçlemeyi izlemek daha makul.